Dr.Cemil Çakmaklı tarafından Beyaz Nokta Gelişim Vakfı için kaleme alınmış bir gelişim andı..

Dr.Cemil Çakmaklı tarafından Beyaz Nokta Gelişim Vakfı için kaleme alınmış bir gelişim andı..

Elli yılın her günü
Her sabah ilk olarak
Ellerimi okşarım
Ellerimi öperim
Büyük aşkım, akrabam,
Benim en büyük yaram
Elli yıldır kapanmayan tek yaram
Neden ellere bıraktım seni?
Neden ayrı insanlarla yaşadık?
Elli yılın her günü
Bu sorular kemiriyor da beynimi
Ama hala bilmiyorum nedenini
Dokunduğumda allar basar tenini
Ve diğer hiçbir yerini
Elli yıldır unutmadı ellerim…
İşte ben bu yüzden
Elli yılın her günü
Her sabah ilk olarak
Ellerimi okşarım
Ellerimi Öperim
Ve biliyorum
Ellerimi öperken öleceğim.
Dr. Cemil Çakmaklı
Ne bu be, ne bu
Gittim, dünyanın haline baktım geldim
Siz hala Okeydesiniz.
Ben miyim dünyanın enayisi
Bir ben mi merak edeceğim her şeyi
Her şeyin nedenini…
Hepimizin derdi değil mi,
Şu dünyanın nasıl döndüğü,
Nasıl çalıştığı…
Bir benim mi derdim,
Enerjinin nasıl maddeye dönüştüğü
Sonra kardeşim,
Herkesin derdi
beni mi gerdi…
Sentetikler insan bedenini
Kloroflorokarbon insan atmosferini
delik deşik edecekmiş.
Sonra neymiş?
Küresel ısınma falan filan
Dünyanın ve insanlığın
Geleceği tehlikedeymiş.
Olmaz kardeşim olmaz
Bir tek benimle olmaz
Herkes her haltı yiyip
belli etmezken
karda ayak izini
Bir ben mi düşüneceğim
Karbon ayak izini.
Demem o ki, abi
Herkes düşünmeden yaşarken
Üstelik yakıp yıkıp bozarken
ve de siz daima okey oynarken
Ben tek başıma
Koruyamam sizin dünyanızı
Aklınızı başınıza alın
Delikanlılık budur deyip
Elinizi okeyden çekin
Dünyanın altına koyun
Hadi kardeşim hadi
Bırakın okeyi mokeyi
Ben aranızdan gelmeyim
Bilirim bu ayakları
Dudak bükmeleri
Savsaklamaları
Sonra fena kızarım
Hiç çekinmem bak,
fiyakanızı bozarım..
Dr.Cemil Çakmaklı
Gidiyorum dedin ya, gidiyorum dedin ya
Yangın var, yangınım var.
Geçmişim yandı, geleceğim yanıyor
Karlar yağdı Güvendiğim dağlara
Karlı dağlar yanıyor, karlı dağlar yanıyor
Gidiyorum dedin ya, gidiyorum dedin ya
Yangın var, yangınım var
İçim yanıyor, içtiğim sular yanıyor
Tutamadım, suya düştü hayallerim
Sular yanıyor, hayallerim yanıyor
Gidiyorum dedin ya, Gidiyorum dedin ya
Yangın var, yangınım var
Dilim yandı, hecem yandı, kelimeler yanıyor
Donmuşum kalmışım, buz kesmişim
Tutuşmuş buzlar yanıyor, tutuşmuş buzlar yanıyor
Gidiyorum dedin ya, Gidiyorum dedin ya
Yangın var, yangınım var
Gülücükler yandı, güzellikler yandı, iyilikler yanıyor
İyi ne yaptıysam denize attım
Denizler yanıyor, dalgalar yanıyor,
Gidiyorum dedin ya,
Gidiyorum dedin ya!..
Yangın var, yangınım var
Sen yandın, sen yaktın, ben yanıyorum,
Paylaşamadım, içime attım
İçimde dünyam yanıyor, içimde dünyam yanıyor
Dr. Cemil Çakmaklı
Dr.Cemil Çakmaklı tarafından kaleme alınmış yazılar ve röportajlar derlemesi..
TÜRK TURİZMİNİN EKOLOJİKLEŞTİRİLMESİ KONUSUNDA GÖRÜŞLER
Kültür ve Turizm Bakanlığının Yayınladığı ve 22 Eylül 2008 gün ve 27005 sayılı Resmi Gazetede yer alan “Turizm İşletme Belgeli Konaklama Tesislerine Çevreye Duyarlı Konaklama Tesisi Belgesi Verilmesine” dair tebliğle (Tebliğ No: 2008/3) ve sınıflandırma formuyla ilgili olarak aşağıdaki görüşler oluşturulmuştur.
Dünya Turizm Hareketi; dünyanın herhangi bir yerinde sürekli yaşayanların; yaşamadıkları diğer bölgeleri görmeleri ve orayı kullanma imkânlarını geliştirmiş, diğer bir deyişle dünyayı ortaklaşa kullanma ve koruma alışkanlığını tetiklemiştir.
Dünyanın ortaklaşa kullanılması ve korunması; dünya ekolojik sisteminin anlaşılmasına, kavranmasına ve tüm insan davranış ve eylemlerinin dünya eko-sisteminin temellerine ve döngülerine uygun hale getirilmesine ve ekolojik bilincin ilerletilmesine bağlıdır.
Ancak; bu noktada, dünyada hızla artan nüfusun, büyük bir çoğunluğunun farkında olmayarak; dünya eko-sistemine büyük zararlar verdiğini ifade etmek zorundayız.
Eko-sisteme bilmeden zarar veren yığınların yanı sıra; bilerek zarar verenler de var.
Bilimi ve onun uygulanabilir hale getirilmesi olan teknolojiyi yönetenler yanlış bilgi, bulgu ve uygulamalarıyla dünya eko sistemini sarsan ve büyük zararlar veren ilk gruptur. Bunların peşi sıra; Teknolojik uygulamalarla, yanlış ürünler üreten ve piyasalar kurarak bu ürünleri tüm dünyaya yaygınlaştıran piyasa erbabının dünyada her gün düzeltilemez ekolojik cinayetler işlediğini görüyoruz.
Kısaca; dünya eko-sistemi, yani dünyadaki yaşam; bilmeden zarar veren yığınların ve bilerek zarar veren bilim adamı, teknolog ve piyasa erbabının ve yöneticilerin tecavüzü altındadır.
Bu tecavüze karşı; iki olumlu reaksiyon gelişmiştir.
Birinci Olumlu Reaksiyon; sadece insanı korumayı esas alan ve “Dünya İnsan İçindir”, ”Dünyayı korumazsak, insan ve insanlık yok olur” ve “İnsanı korumak için çevremizi korumalıyız” yaklaşımlarıyla kendilerini “Çevreci” diye adlandıran kesimlerin reaksiyonudur. Biz buna “Çevreci Yaklaşım” diyoruz.
Bu reaksiyon ciddi bir etkiye sahip olmayan duygusal ve romantik bir reaksiyondur. Ama hiç yoktan çok iyidir.
İkinci olumlu Reaksiyon; “İnsan dünyanın içindedir. Dünya tüm canlıların ortak ve ortaklaşa yaşam alanıdır. Bitkiler, hayvanlar, insanlar, tüm organizmalar, toprak, hava, su gibi tüm sistemler ve türler ortak bir yaşamın unsurlarıdır. Her tür bir yaşam fonksiyoneridir ve yaşamda bir rolü vardır. Türlerden herhangi biri yok olursa, yaşam zincirinin bir halkası kopar, tüm zincir yok olur, yaşam yok olur” diyen bir reaksiyondur. Biz buna; bilimsel adıyla “Ekolojik Yaklaşım” diyoruz. Doğru yaklaşım budur. Tüm dünyaya; doğal sistemlere, yönetsel, sosyolojik ve ekonomik sistemlere ve Turizm gibi alt sistemlere Ekolojik bakış açısıyla yaklaşmak doğrudur, bilimseldir ve sürdürülebilirdir.
Türkiye; son yıllarda diğer ülkelere göre göreceli olarak pek çok alanda farklı ve hızla değişimler göstermektedir. Bu arada; Turizmde ki hızlı büyüme ve farklılaşma dikkat çekmektedir.
Ancak bu “turizm büyümesinin; hem uzun vadede doğru, hem ülke ve dünya için doğru bir temele oturması gerekmektedir.
Bunun için de; ”Ekolojik Yaklaşımlı Turizm Stratejilerinin” kopya olmayan, özgün ve cesur yaklaşımlarla devreye sokulması gerekmektedir.
Bu yüzden; bundan sonra bu raporla ”Başlangıç” bölümünde sözü edilen Turizm Tesislerine “Çevreye Duyarlı Konaklama Tesisi Belgesi” verilmesine ilişkin tebliğe, cesur ve özgün yaklaşımlarda ve ekolojik temelli önerilerde bulunulacaktır.
Tebliğe esas olan raporun hemen girişindeki ; 2003 vizyonunda ; “Türk Turizminin gelişimi, “Sürdürülebilir Çevre Politikaları” ile sağlanacağı ifade edilmektedir.
Hemen belirtelim ki; Turizmin gelişimi : “Sürdürülebilir Çevre Politikaları ile değil; “Ekolojik Yaklaşımlı Turizm Stratejileri” ile sağlanabilir.
Çünkü “Sürdürülebilir Çevre Politikaları” deyimi; “Ekolojik Yaklaşımlı Turizm Stratejileri” deyiminden çok daha dar bir ifadedir.
Bu yüzden; ilk olarak, 1993–1994 yıllarında kullanılan “Turizmde Çevreye Duyarlılık” kavramı, ”Ekolojik Yaklaşımlı Turizm” kavramı ile değiştirilmelidir.
“Çevreye Duyarlı Tesis” yerine “Ekolojik Tesis” belgelendirilmesi yapılmalı ve Ekolojik dünyayı temsil eden “Dünya içine yeşil yıldız” simgesi kullanılmalıdır.
Burada yapılacak ilk iş; Turizm merkezleri, Turizm Kentleri ve benzeri kavramlar yerine; ”Ekolojik Turizm Havzaları” kavramını koymak ve bu havzalarda,
safhalarında Ekolojik Kriterleri devreye sokmaktır.
Kısacası; Türk Turizminin yeni dokusunu Ekolojik Turizm Havzaları oluşturmalı ve bu havzadaki; toprak kullanımı ve tarım, su temini ve kullanımı, ulaşım sistemleri, yapılar, ekolojik ilkelere göre ekolojik malzemelerle oluşturulmalı ve turizm tesisleri; konaklamadan, yeme, içmeye; animasyondan, spora kadar ekolojikleştirilmelidir.
Ekolojik Turizm Havzaları dışında yapılacak yeni turizm yapıları için “Turizm Yapıları Ekolojik Standartları” oluşturulmalıdır; Yeni Turizm yapılarının; yapı malzemesi ve teknik standartları ile işletmesi; -yeme içmeden, konaklamaya kadar- ekolojikleştirilmeli ve tesis buna göre belgelendirilmelidir.
Yukarıda 1.maddede ifade edilmeye çalışıldığı gibi; Turizmin yeni dokusunun; Ekolojik Turizm Havzaları yaklaşımı ve Yeni Tesislerin Ekolojik Standartlarda oluşturulması yoluyla ekolojikleştirilmesi bundan sonrası için temel yaklaşım olmalıdır.
Ancak; mevcut dokunun ekolojikleştirilmesi; daha güç bir sorundur. Bu güç sorun ancak kararlılıkla ve bıkmadan ele alınırsa; ancak çözümlenebilir.
Bu güç sorun iki başlıkla ele alınabilir,
2.1. Mevcut Turizm Merkezlerinin ekolojik dönüşümü: Mevcut merkezlerde; alt-yapı, ulaşım, temiz enerji temini arıtma gibi ortak hususlar öncelikle ekolojik dönüşüme konu edilmeli; Turizm Merkezlerini besleyen tarımsal ve hayvansal üretim alanlarında Organik Tarım teşvik edilerek; bu merkezlerin ve içindeki tesislerin işletmesel anlamda da ekolojik dönüşümünün temelleri hazırlanmalıdır.
2.2. Mevcut Turizm Tesislerinde Ekolojikleştirme:
Mevcut tesislerde inşai ve yapısal ekolojikleştirme çok zor olduğundan bu tesislerde İşletmenin Ekolojikleştirilmesi esas alınmalı, Ekolojik İşletme özendirilip teşvik edilmelidir.
Bu öncülük Turkiye’ye çok yakışacaktır. Çünkü Türkler ve Uzak Asyalılar yaşamlarını ve kültürlerini doğaya dayamış, doğadaki bütün unsurları, güneşi, ayı kendilerine sembol yapmış hayvanların ve bitkilerin yaşam ortakları olduğunu binlerce yıl önce bilmiş ekolojik temelli topluluklardır.
Ekteki; Sınıflandırma formu çalışmasında; ülkemizde “Çam Belgeli” uygulamasının ve esaslarının ötesine geçilmesi sevindiricidir.
Ancak; sınıflandırma yukarıda açıklanan ekolojik temellere oturtulmalıdır. Diğer yandan formun “turistik işletmelerin talebi üzerine uygulanması” yaklaşımı yaptırımdan uzak bir durumdur. Bu yüzden hiç değilse yeni tesisler için zorunlu standartlar getirilmeli; ve konu “vicdani bir tercih” olmaktan çıkarılarak “zorunluluk” haline dönüştürülmelidir.
Kısaca; Yeni tesisler için zorunlu ekolojik standartlar devreye konulmalıdır. Eski tesisler özendirilmelidir. Aksi taktirde turizmde ekolojik dönüşüm hayal olur.
Bu yüzden; yeni tesisler için ayrı, mevcut tesisler için ayrı kriterler içeren tablolar oluşturulabilir. Daha sonra verebileceğimiz detaylar saklı kalmak üzere; aşağıdaki form şablonunu tartışılmak üzere öneriyoruz.
KONAKLAMA TESİSLERİNİN EKOLOJİK SINIFLANDIRILMASI İÇİN GENEL ŞABLON ÖNERİSİ
| Yeni Tesisler | Mevcut Tesisler | |||||
| Zorunlu Puan | Serbest Puan | Toplam Puan | Zorunlu Puan | Serbest Puan | Toplam Puan | |
| I. MİMARİ VE İNŞAİ KRİTERLER
1. Konsept 2. Alan Kullanımı 3. Malzeme Kullanımı |
||||||
| 15 | 25 | |||||
| II. ENERJİ KRİTERLERİ
1. Enerji Üretimi 2. Enerji Kullanımı |
||||||
| 9 | 15 | |||||
| III. SU KRİTERLERİ
1. Su Temini 2. Tasarruf 3. Geri Kazanım |
||||||
| 6 | 10 | |||||
| IV. TEMİZLİK KRİTERLERİ
1. Mekan Temizlik 2. Textil Temizlik
|
||||||
| 6 | 10 | |||||
| V. YİYECEK-İÇECEK
1. Mutfak Teknolojisi 2. Organik Malzeme |
||||||
| 9 | 15 | |||||
| VI. TEKNİK KRİTERLER | ||||||
| 6 | 10 | |||||
| VII. YÖNETİM ve EĞİTİM
1. Yönetim Kriterleri 2. Personel Eğitimi |
||||||
| 6 | 10 | |||||
| VII. DİĞER KRİTERLER | ||||||
| 3 | 5 | |||||
| TOPLAM | 60 | 100 | ||||
Sonuç olarak; Yeni tesislerde 100 üzerinden 60 zorunlu puan alanı; sınıfına göre “Dünya sembolü içinde yeşil yıldız” verilir. Daha aşağı puanlara verilmez. Amaç herkesi zorunlu ekolojik standartlara yükseltmektir. Çünkü “yarım ekoloji” olmaz.
Yeni tesislerde zorunlu puanları sağlayanlara “Ekolojik Tesis” plaketi verilir.
Eski tesislerde; ise İşletme Kriterlerinde zorunlu; yapısal konularda ise dönüşümü özendirici bir uygulamayla puanlama yapılır. Örneğin 40 puana ulaşana “Ekolojik İşletmeli Tesis” plaketi verilir. Yıldızların yarısı yeşile boyanabilir.
Turizm İşletmesi Belgeli Tesislere verilecek Belgeyi düzenleyen ve ekte yer alan tebliğ, zaman içinde yukarıdaki ilkelere göre yeniden düzenlenmelidir.
Bu kısımda; 2009’da Türkiye’de yapılacak ISO/TC228 Turizmle ilgili Hizmetler Teknik Komite toplantısından önce, tüm ülke kuruluşları, Turizm Bakanlığı öncülüğünde çalıştırılacak, ortaya net bir “Ekolojik Yaklaşımlı Turizm Stratejisi” konulmalı ve buna uygun sınıflandırma ve standartlar kararlılıkla açıklanmalıdır. Türkiye bu konuda artçı değil, öncü olmalıdır.
Ekler:
Değerli Arkadaşlar,
Bu günkü konu başlığımız “Turizme Farklı Bakışlar”
“Farklı Bakış” insanlık tarihinde çok önemli bir yere sahip.
Eğer “farklı bakışlar” olmasaydı bugün;
Şimdi size; sizin temel işinizle ilgili “farklı bakış” lara bakalım.
“ Eğitim ”
Eğitim konusunda, farklı bazı bakışları size ileteyim. Galiba Bernard Show. “Çok küçük yaşlardan beri okula gitmek için “öğrenmeye” ara vermek zorunda kalmışımdır” diyor.
Mesela Sakallı Celal’in güzel bir deyişi var; “bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkündür” diyor.
Yani bazıları (farklı bakarak) eğitimin öğrenmeyi getirmeyebildiğini söylüyorlar.
Şimdi diyeceksiniz ki; “iyi ama burada ne işimiz var… burası da eğitim yeri değil mi?
Bakın ben niye buradayım? “Bitli baklanın kör alıcısı, patlak davulun sağır dinleyicisi olur” derler ya hani… O misal, beni de çağırıp dinliyorlar bazı yerler.
Ama ben en çok buraya gelmeyi seviyorum, koşarak geliyorum.
Çünkü burada da bir “farklı bakış” var.
Burada eğitimden, öğrenmeye doğru bir farklılaşma var…
Sizin hocalarınızda istek var, heyecan var, öğretme bilinci var.
Onlar birer öğrenme ve öğretme aşığı.
Ben onların bu farklı duruşlarından çok etkileniyorum.
Fark dedik ya hani, şimdi farklı bir şey yapalım,
Onları bir güzel alkışlayalım.
II.Şimdi Gelelim “Turizme Farklı Bakışa”.
Bildiğiniz gibi, “tur etmekten” gelir turizm sözcüğü.
İnsan cebine parayı koyarda; olduğu yeri bırakıp başka yerleri görmeye giderse ve de geri dönerse o “turist”tir.
Geri dönmezse, “göçmen” olur.
Sürekli turlarsa “seyyah” olur.
Peki insan niye olduğu yeri değiştirir.
Genellikle; olduğu yeri kanıksar, bakacak, görecek, öğrenecek yeni bir şey kalmaz.
Bakınız “öğrenmek” dedim.
Turizmin esas hammaddesi “öğrenme merakıdır”.
Onun için turizmciler her şeyden önce; öğrenme üzerine düşünmelidirler. Ve “öğrenmeyi öğrenmelidirler”.
“Öğrenme ortamı hazırlamayı öğrenmelidirler.
Çünkü; gelenin mutlaka bir öğrenme ihtiyacı vardır. Merak vardır. Yerken içerken, eğlenirken, yatarken, gezerken, yapılan her şeyin içinde “farklı bir şeyi öğrenme” vardır.
Onun için Turizm Yatırımı veya Turizm İşletmesi planlarken mutlaka “öğrenmeden” hareket edin.
Gelen farklı neyi görecek, neye dokunacak, neyi yiyip, neyi içecek. Kısaca ne öğrenip gidecek. Biz buna “konsept” de diyoruz.
Burada kalın bir cümle kuralım. Turizm faaliyeti, tüm ihtiyaçlardan önce öğrenme ihtiyacına dayalıdır ve oradan doğar.
İşine bu pencereden bakan turizmciler her zaman farklı ve başarılı olacaklardır.
III.Turizme Ekonomik Yaklaşımda Farklı Bakış:
Yüzyılımızda; her ülkenin ekonomisi mal ihracına dayalı olarak kurulmuştur. Kendi ihtiyaçlarından fazlasını üretip satmak, ekonomik zenginleşmenin ve refahın temeli olarak görülmüştür.
Oysa; yeni yeni “mal ihracı değil”, “tüketici ithali” modelleri ortaya çıkmaktadır.
Bu yüzden; artık mallardan daha çok insanlar ve paralar dünyayı dolaşmaktadır.
Bu yüzden tüm dünya ekonomilerinin toplam turizm harcamaları 700 Milyar Doları aşmıştır.
Bu demektir ki; dünyada 700 Milyar Dolar kazanıldığı yerde harcanmamaktadır. Bu paranın % 3 kadarı da Türkiye’nin payına düşmektedir. Diğer yandan tüm dünyada 350 Milyar Dolarlık gıda ihracatı vardır.
Görülüyor ki dünyanın en büyük sektörü “Turizm Sektörüdür”.
Türkiye bu yeni yaklaşımın neresinde durmaktadır, bir de ona bakalım.
Ülkemiz turizm gelirlerinde geçmişine göre en hızlı artış gösteren ülkedir. Dünya turizminden % 2-3 gibi bir pay alıyoruz. Bu durum yaptıklarımızın az olmadığının kanıtıdır. Ama yapabileceklerimiz, potansiyelimiz düşünüldüğünde bu pay çok küçük bir paydır.
Bu yüzden şimdi birazda yaptıklarımıza, yani, bugünkü durumumuza bakalım. Turizmde yatırım, işletme ve pazarlama düzenimize bakalım.
IV.Turizmimizde Bugünkü Yatırım, İşletme Ve Pazarlama Fotoğrafı
Klasik deyişle; Turizm sektörünün üç temel unsuru vardır. Yatırım, İşletme ve Pazarlama. Turizm işletmeleri bu unsurlara dayalı oluşurlar.
Türk Turizm Sektörü, bu üç unsurdan yatırım konusunda aktif, fakat işletme ve pazarlama konusunda pasif ve başarısızdır.
Geri dönüşü uzun (ortalama 12 yıl) turizm yatırımlarının riskini Türkiye taşımakta, işletmecilik ve pazarlama gibi vadesi kısa karlılığı yüksek işleri, yabancılar veya yabancılar yararına Türkler yapmaktadır. Diğer bir değişle, Türkiye Turizm müteahhitliği ve yatırım hamallığı yapmakta, işletmecilik ve pazarlamacılığı, özellikle satış politikalarının ve fiyatının tespitini yabancılara bırakmaktadır.
Bu yüzden Türkiye acilen turizm işletmeciliği ve pazarlama şirketlerini geliştirmek ve güçlendirmek zorundadır.
Ancak geri dönüşü uzun yatırımlardır. Turizm yatırımı ortalama 12 yılda geri döner. Bu yüzden turizm yatırımları uzun vadeli krediler ve öz kaynak temin eden borsalar yoluyla desteklenirse büyüyebilir.
Türkiye’de turizm yatırımları uzun vadeli krediler yada borsa desteğiyle değil, müteahhitlerin vergiden kaçınma ve gayrimenkul yoluyla riskten kaçınma motifleriyle yapılmıştır.
Ancak; son 15 yılda yatırılan milli kaynaklar henüz yatırımcısına geri dönmemiştir. Çünkü geliri oluşturan fiyat ve pazarlama politikası Türk Ekonomisinin elinde değildir. Yabancı ekonomilerin elindedir.
Bu yüzden de Türkiye’de, Bankacılık Sektörü ve Borsa, turizme uzak durmaktadır.
Ülkenin verimsiz milli turizm hamallığından kurtulması için turizm işletmeciliğini geliştirmek, turizm pazarlamacılığını geliştirmek, fiyat tespit mekanizmasında edilgen değil etken olmak zorundadır.
Dünya ülkeleri bu durumu finans sektörüne görev olarak vermiştir. Çünkü turizm işletmeciliği ve pazarlamacılığı ciddi bir ön finansman gerektirir.
Örneğin; Almanya’da TUİ, Neckerman v.b gibi Tur Operatörlüğü devleri gibi tamamen bankaların kuruluşlarıdır ve onların yönetimi altında ve desteğinde milli ve stratejik kuruluşlar olarak çalışmaktadırlar.
Türkiye’de yüksek fiyatlı ve itibarlı işletmeler yabancı tur operatörlerinin alt kuruluşlarıdır (MAGIC LIFE gibi) veya onlara ön finansman karşılığı taşeronluk yapmaktadırlar.
Bu yüzden Türkiye; bankalarının desteğinde Milli Turizm Operatörlüğünü ve İşletmeciliğini geliştirmeli ve uluslararası piyasalarda stratejik ve güçlü kuruluşlar olarak çalışmalarını temin etmelidir.
Aksi taktirde; Türk Turizmi yabancı tur operatörlerinin oyuncağı olacak, Türkiye ucuza satılacak ve satış ciroları dışarıda kalacaktır.
Bugün Türkiye turizm gelirlerinin çoğu dışarıda kalmaktadır. Çünkü Türkiye Stratejik Turizm Merkezi değildir. Fiyat ve doluluk kararları, yabancı orijinli pazarlayıcılar ve taşıyıcılarca dışarıda verilmektedir. Satış karları ve taşıma bedelleri, büyük ölçüde ülke dışında kalmaktadır.
Buraya kadar teorik olarak “Farklı Bakışı” ve sektörün şimdiki fotoğrafını ortaya koymaya çalıştık. Bu noktada biraz ve genel hatlarıyla fark için yapmamız gerekenlere bakalım.
Genel Olarak; ülkemizin yönetimi, piyasaları ve halkı; dünya tüketicilerini ülkeye ithal etme bilincine yükselmeli ve “Top Yekun Pazarlama” sorumluluğu almalıdırlar.
Top yekun pazarlama anlayışında sadece turizmciler değil; devlet, piyasa ve tüm halk, “Tüm Ülkeyi Ürün Haline Getirme” hedefine yönelmeli ve bu ürüne katkıda bulunmaya çalışmalıdır.
Herkes turizm ürünü üreticisidir. Kısaca herkes turizmcidir.
Diğer yandan;
Diğer bir deyişle; herkesin iş bulduğu, çalışkan, sağlıklı, güler yüzlü, kültürlü, hür, demokrat ve zengin olduğu bir ülke en iyi üründür. Herkes böyle bir ülkeye gelir. O yüzden nihai hedef budur. Böylelikle tüketici ithali dediğimiz temel ekonomik hedef gerçekleşmiş ve ülkenin top yekun pazarlanması sağlanmış olur.
Anadolu bir ekolojik arşivdir. Doğa tarihi burayı dünyanın imtiyazlı bölgesi yapmıştır.
Ekolojik imtiyaz; mono değil poli olmak demektir.
Çeşitliliğin bol olduğu ülke ekolojik zenginliğe sahiptir.
Anadolu da; tüm Avrupa kıtasında var olan kadar bitki ve hayvan türü vardır.
Bir ülkede, bir kıta zenginliği vardır. Yine Avrupa’da var olan kadar iklim zenginliği vardır.
Kısaca; Anadolu ekolojik bir hazinedir.
O yüzdendir ki; tarih boyunca insanlar hep buraya akmışlar ve Anadolu tarih katmanlarıyla oluşmuştur. Üst üste 7 kat tarih vardır Anadolu’da. Bu yüzden Anadolu bir tarih arşividir de.
Ancak; Anadolu’yu, “böbürlenerek” değil, önce anlayarak, sonra anlatarak dünya insanı için ürün haline getirilebiliriz.
Örneğin; Antalya anlaşılmadan planlanamaz, yapılandırılamaz, farklılaştırılamaz ve nihayet anlatılamaz ve pazarlanamaz.
Konuya önce yatırımlar açısından yaklaşalım.
Her ekonominin temel hedefi “Faktör Fiyatları Minimizasyonu ve Faktör Kalitesi Maksimizasyonu”dur. Pahalı girdilerle ucuz ürün elde edilemez. Türk turizmi de en pahalı girdilerle ucuza turist ağırlama imkansızlığını denemektedir. Ülkenin tüm üretim girdileri, tabi bu arada turizm girdileri ve vergileri de dünya seviyelerine çekilmelidir.
Böyle yapılırsa turizm işletmeciliği karlı hale gelir, öz kaynak piyasaları ve bankacılık turizmden kaçmaz. Bugün maalesef borsa ve banka turizmden uzak durmaktadır. 10-12 yılda geri dönen yatırımlar kısa vadeli kaynaklarla realize edilmeye çalışılmaktadır.
Diğer yandan yatırımlar içlerine özgün ve farklı olanı almalı, “kitch”, “kopya temalarından” uzaklaşmalı, öğretici ve farklı temalar ve konseptler yatırımla buluşmalıdır. Bugün başka sarayların kopyaları ve bir takım batmış gemiler tema olarak kullanılıp kopyalanıyor. Yapılması gereken bu mu? Ülkenin turiste öğrenme kaynağı olabilecek ve ilginç gelecek teması mı yok?
Şimdi de konuya öğrenme ve işletme açısından yaklaşalım.
Bu konuşmanın başında “Turizm Öğrenme İhtiyacından Doğar” demiştik. Bu kesin… Ama ürünü öğrenme temelli olan turizmcinin kendi öğrenme düzeni hiç de iç açıcı değil.
Bugün; eğitim programlarıyla işletmelerde var olan uygulamalar birbirini tutmamaktadır. Software uyuşmazlığı, büyük bir bocalama ortamı doğurmaktadır.
Bazı eğitim sistemlerinde, mesela; askeri okullarda verilen eğitim sahada yapılan uygulamayla birebir çakışmaktadır. Ancak turizm sektöründe durum “bir çok sektörde olduğu gibi” maalesef böyle değildir.
Turizm eğitiminde, eğitime giriş ve eğitim süreci yanlış uygulanmaktadır. Her eğitim öncelikle, eğitimi alan kişi ile başlar. Bunun için, eğitimde ilk hedef, eğitimi alacak olan gurubu doğru belirlemek olmalıdır. Yeri gelmişken söyleyelim, turizm eğitimindeki bugünkü seçme ve yerleştirme düzeni çok sağlıklı değildir. Önce bu sorun çözülmeli turizm sektöründe hizmet verecek kişi hasbel kader bu sektörü seçmiş olmamalıdır. Çünkü ancak merak eden, ilgi duyan ve sorgulayan kişi ezber sürecinden çıkar ve öğrenme sürecine girer.
Diğer yandan, eğitim kurumlarıyla işletme arasındaki ilişkilerde kopuktur. Çünkü; yatırımcılar eğitime gerekli önemi vermeden ve işletmelerinde yeterli eğitim alt yapısını oluşturmadan fiziki kapasitelerini artırmaya yönelik çalışmalara ağırlık vermektedirler. Sonunda iyi yönetilemeyen fiziki yapılar ortaya çıkmaktadır. Oysa işletme sürekli bir öğrenme ortamına dönüştürülmeli ve özellikle üniversitelerle ortak çalışılmalıdır. Bugünün öğrenme sürecinde, eğitim kurumlarında geçen öğrenme zamanı çok ve ezbere dayalı, işletmede öğrenme zamanı, yani stajlar çok az ve yetersizdir. Unutulmamalıdır ki insan en iyi eliyle öğrenir.
Kişi de hayatını bir öğrenme süreci olarak algılamalı, okulla sınırlı tutmamalıdır. Öğrenmeye yukarıda bahsettiğimiz gibi “sürekli bir öğrenme ortamına dönüşmüş” işletmede de devam etmelidir.
Bugünkü turizm eğitiminin stratejik ve kurmay devamı yoktur. Bir işletmede genel müdür olmuş kişi için sınır olduğu yerdir. İşletmelerinde en tepeye gelmiş yöneticilerin stratejik ve kurmay özellikleri kazanacakları Turizm Akademileri veya Programları geliştirilmelidir. Dönüp baktığımızda bugünün ve geleceğin Turizm Politikalarını belirleyen Turizm Bakanlığı’nda lisans eğitimi turizm olan ve sektörden gelmiş hemen hemen hiç insan yoktur. Bu durum sektörün gerçek stratejilere ve politikalara ulaşmasını da engelleyen en önemli husustur.
“Turizmde Öğrenme Sağlığı” için yatırım şirketlerinden bağımsız, işletme şirketlerinin doğup güçlenmesini de sağlamak zorundayız.
Çünkü; ancak bu işletme şirketleri bilgi ve deneylerini akademisyenlerle paylaşarak onlarında katkılarıyla, software haline dönüştürebilirler ve software dayalı okullar ve ekolleri doğurabilirler.
Umuyorum, gelecekte işletme zincirleriyle üniversitelerin iç içe geçtiği bir öğrenme ortamı doğacaktır.
Yoksa yukarıda bahsettiğimiz okul ve işletme uyumsuzluğu sürer gider.
Bu da turizmcilerin mutsuzluğunun sürüp gitmesi demektir.
İşletmeciler ve üniversiteler, birebir işbirliği yaparlarsa, turizm sektörü ne aradığını bilen işletmelere ve ne yapabileceğini bilen insanlara kavuşacaktır. Unutmayalım ki, ne aradığını bilen kaplumbağa, ne aradığını bilmeyen tavşandan önce hedefe varır.
Son olarak ve inanarak diyorum ki; bu çatının altında ne vereceğini bilen hocalar ve ne aradığını bilen öğrenciler var.
Ben de bu bilinç ortamından yararlanmak için sık sık buraya geliyorum.
Değerli hocalarınızı ve sizleri böyle değerli bir öğrenme ortamı oluşturduğunuz için kutluyorum ve alkışlıyorum.
Beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.

EKOLOJİK EKONOMİ SÖYLEŞİSİ
Cemil Çakmaklı bugünkü piyasa ekonomisinin ötesinde bir yeni ekonomik düzen, ” Ekolojik Ekonomi ” konusunda kafa yormaktadır.
Aşağıda, onun Ekolojik Ekonomi konusunda görüşlerini içeren Dünya Gazetesinde yayınlanmış bir söyleşiyi bulacaksınız.

EKOLOJİK EKONOMİ SÖYLEŞİSİ
1-Ekolojik ekonomiyi nasıl tanımlarsınız?
En kestirme tanımıyla ekolojik ekonomi, ekolojik ilkeleri esas alan bir ekonomi anlayışıdır. Oysa bugünkü ekonomi anlayışı, ekolojiyi ihmal ederek; doğal sistemleri tahrip ederek, adeta bindiği dalı keserek, şimdilik sürüp gidiyor. Ama kesinlikle bu ekonomi anlayışı, “sürdürülemez” ve “devam edemez” durumdadır.
Bugünkü ekonomi anlayışı; ne kadar kutsanırsa kutsansın, ne kadar “devlet dini” haline getirilirse getirilsin; hem doğurduğu sonuçlar hem de dayandığı “düşünce sistemiyle” eskimiştir. Bütün haşmetiyle ayakta görünse de, artık biz ona “Eski Ekonomi” diyoruz.
2- “Düşünce sistemi” derken neyi kastediyorsunuz? Konunun “düşünce sistemiyle ne alakası” ne alakası var?
Bugün hala uygulanan “Eski Ekonomi” ile “Ekolojik Ekonomiyi” tam kavrayabilmek için düşünce sistemlerinin evrimine dönüp bakmak gerekir.
Çünkü; hem fizik, kimya, biyoloji gibi temel bilimleri, hem iktisat dahil tüm sosyal bilimleri, hem de aritmetik, geometri gibi sembol bilimleri etkileyen temel süreç “düşünce sistemleri” süreci ve onun evrimidir. Düşüncenin ilk evresi “lineer-çizgisel” düşüncedir. Lineer-çizgisel düşünce evresi sorunu çevreleyen tüm koşulları ve etmenleri etraflıca araştırmadan, çözüme etkili olabilecek tüm bilgileri hesaba katmadan sonuç çıkarmaya çalışan bir evredir. Bu evrede; her sonuç tek sebebe bağlanmıştır. Biz buna “yes-no” veya “siyah-beyaz” evresi de diyoruz. Oysa doğada ve onun simülasyonu olan toplumda karşılaştığımız tüm olgular lineer değildir. Her şey “evet-hayır” ile izah edilemez.
Düşüncenin ikinci evresi; her şeyi parça parça ele alan, dünyayı parçaların birleşmesinin bütünü olarak ele alan “kartezyen” düşünce evresidir. Buradaki düşünce sistemi; çözümlemeleri indirgeyerek yapar, doğrularını bir yüzeye yerleştirmiştir. Yüzey geometri, yani kartezyen geometri bu evrenin geometrisidir. Felsefede Descartes, fizikte Newton bu düşünce sistemiyle ürün vermiş bilim adamlarıdır. Bu düşünce sisteminin teknolojisi ile uçaklar, otomobiller ve parçaların birleştirilmesiyle üretilen diğer tüm mekanik sistemler, oluşturulmuştur. Bu yüzden bu evreye “mekanik düşünce” evresi de denilebiliyor.
Bu düşünce evresinin temel değerleri rekabet, niceliklere önem verme ve çizgisel hiyerarşidir.
Düşüncenin üçüncü ve bugün yaygınlaşmaya başlayan evresi ise “holistik – bütüncül” düşünce evresidir. Bu evrede parçalar yoktur, bütün vardır… Çizgi yoktur, “ağ” vardır. Ve her şey birbirine bağlıdır. Bu düşünce sisteminde; hiçbir sonucun tek sebebi yoktur. Bu evrenin geometrisi uzaysaldır. Temel değerleri ise (Kartezyen Düşünceye kıyasla) rekabet yerine işbirliği, nicelik yerine nitelik, hiyerarşik egemenlik yerine ağsal ortaklıktır. Lineer ve Kartezyen düşünce sistemi eski ekonominin düşünce yapısı iken, holistik düşünce sistemi, ekolojik ekonominin düşünce yapısıdır.
3- Kartezyen düşünce sistemine dayalı “Eski Ekonomi” ile Holistik düşünce sistemine dayalı “Ekolojik Ekonomi”nin, arasındaki temel farklar neler? Birbirinden ne farkı var?
Oooo Çok fark var… Eski ekonomi, bugün dünyadaki tüm yanlışları, ekolojik ekonomi; hayal edilen tüm doğruları içeriyor. Eski ekonomi, bugün tüm haşmetiyle yürüyen ekonomidir, ekolojik gerçekleri gözetmeden sürekli büyümektedir. 1950’den 2000 yılına dünyada ekonomisi 7 kat büyüdü. Ancak bu büyüme ekonominin destek sistemleriyle olan çatışmasını giderek daha çok büyütüyor.
Ancak; bu büyümeyi sağlayan ucuz fosil yakıt kullanımının, diğer deyişle petrol ve kömüre dayalı enerji sisteminin, havadaki karbondioksit ( CO2 ) miktarını olması gerekenin iki buçuk misline katına çıkardığını, bunun küresel ısınma ve iklim değişiklikleriyle dünyanın sonunu getirecek bir tehlike olduğunu artık herkes biliyor. İsa’nın doğduğu yılda 30 milyon tahmin edilen dünya nüfusu, 1950’li yıllarda 3 milyarken, sadece son 50 yılda 6 milyara ulaştı, hatta geçti. Buna ayak uydurmaya çalışan eski ekonomi, azalan ormanlar, tahrip olan topraklar, boşalan aküferler ve gittikçe yüzeyden ve bitki köklerinden uzaklaşan su seviyeleri ile doğayı ve dünyayı mahvediyor. Bindiği dalı kesiyor. Bu gidiş devam edemez, yaşam sürdürülemez.
Kendi varlık sebeplerini yok ederek beslenen ve sözüm ona büyüyen bu ekonomiyi bırakarak ekolojik gerçekleri ve dünyanın doğal dengelerini gözeterek çalışan, dünyanın havasına, suyuna ve toprağına zarar vermeden işleyen bir ekonomi yani “ekolojik ekonomi” oluşturmalıyız.
Eski ekonomideki petrol ve kömür kullanımını terk etmek, nükleerden uzak durmak, keresteciliği sınırlamak, kullanıp atılacak ürünleri yasaklamak, bunun yerine ekolojik ekonomide rüzgardan ve hidrojenden enerji üretmek, yanmalı motorların yerine yakıt hücrelerini geçirmek, üretim süreçlerini sıfır atıklı, atıkları da yeniden kullanılabilecek (recycle) hale getirmek zorundayız. Eski ekonomiyi biz değiştiremezsek, o dünyayı değiştirerek yok edecek.
4- Peki, bu ekolojik ekonomiye nasıl ulaşılaca? Ekolojik ekonominin, eski ekonomiden ne gibi farkları olacak? Ekonomi teorisi nasıl değişecek?
Bana göre öncelikle düşünce devrimi gerekiyor. Kartezyen düşüncenin her şeyi parçalar halinde gören, indirgeyerek sorun çözen, her şeyi karşıtıyla izah eden sistemini terk etmeliyiz. Aklımızı yeniden düzenlemeliyiz ve her şeyi doğada olduğu gibi holistik-bütüncül olarak ele alan, parçalara değil ağlara ve bağlantılara dayalı bir düşünce sistemine ulaşmalıyız. Tıpkı doğada olduğu gibi olmalı düşünce sistemimiz. Her şeyi birbirine bağlayarak düşünmeli, sonsuz çeşitlilikten korkmamalıyız. Öğrenme ve sorun çözme holistik hale gelince, sosyolojik ve ekonomik sorunlar kavranılır hale gelecek ve davranışlar sürekli ve yaşar hale gelecektir. Bugünün sürekli değişimi kavrayamayan ve her şeyi dengeye kavuşturmaya çalışan anlayışları yaşamıyor. Çünkü istikrar ölüdür. Bu düşünce sistemi değişikliği değerler sistemi ve paradigma değişikliklerini getirecektir doğal olarak.
5- O halde ekonomi teorisi de değişecek ?
Nihayet; tabii ki kültürel sistemlerde, sosyolojik sistemlerde ve ekonomik sistemlerde köklü değişiklikler olacaktır. Konuyu ekonomik açıdan ele alırsak, eski ekonominin azalan getirileri varsayımı yerini, artan getirilere terk edecek. Newton fiziğine dayalı iktisadi denge teorileri, yerini biyolojik yapılarda olduğu gibi kendi kendini örgütleyen ekonomi teorilerine bırakacak. Homo-economicus (rasyonel insan) değişken insan olarak ekonomideki yerini alacak. Sadece fiyat ve miktarı ele alan kartezyen ekonomi analizlerinden, tüm ekonomik unsurları bir arada ele alan holistik ekonomik analize geçilecek. Ve özetle, ekonomi bilimi, yozlaştırılmış denge teorilerinden yüksek karmaşıklıklı, zamanın eşiğindeki kaos teorilerine doğru, diğer bir deyişle gerçek hayatın olduğu yere doğru yol alacaktır. Böylece insanlar akışkan, sürekli değişen, canlı bir ekonomiyi kavrayıp, tıpkı böyle çalışan doğal sistemle onu özdeşleştirebilecek bir kavrayış noktasına ulaşacaktırulaşacaklar. İşte Bu kavrayışla birlikte, ekolojik süreçlerle ekonomik süreçlerin çatışması bitecek, ekolojik ekonominin değerleri ve süreçleri dünyamıza yerleşebilecektir.
6- Az önce belirttiğiniz temel değer olarak rekabet yerine işbirliği konusunu biraz açar mısınız?
Doğada her şey birbirine anlaşılmaz ve kopmaz biçimde bağlıdır. Yaşam döngüsü (CYCLE) yaşamı sürdürmektedir. Bir şey başka bir şeyin girdisidir. Önemli olan döngüye katılmaktır. Yani RECYCLE olmaktır. Bunun adı da evrensel işbirliğidir. Kısaca doğada rekabet ” birim”i, işbirliği ise “sistem”i yani döngüyü yaşatır. Sonuç olarak;doğadaki sistemi yani döngüyü yaşatan “işbirliğini” ekonomiye taşımalıyız.Bunun için birinci adımda rekabet motifiyle çalışan mevcut klasik ekonomiyi doğru kavram , tanım ve normlara kavuşturmalıyız. Bugün bütün klasik ulusal ekonomiler faktör fiyatları minimizasyonu ile faktör kaliteleri maksimizasyonunu temel ekonomik hedef olarak alırlar. Çünkü faktörlerde kalite ürün piyasalarında rekabetle sağlanmaz, uzun vadeli program ve stratejilerle sağlanır. Yani özetle rekabeti normla (hukukla), kültürle, etikle, ahlakla besleyerek, zaten kültürümüzde var olan işbirliğiyle kavuşturmalıyız. Doğada olduğu gibi “işbirliği” Türk toplumunda da doğal-ekolojik bir kültür olarak zaten vardır. Şayet biz işbirliğini esas alan bir ekolojik ekonomi arayışına girersek ekonomimiz içinde ithal bir unsur olarak duran rekabeti de rekabeti ve onun doğurduğu zararları da minimize edebiliriz. Giderek te liberal sistemi ve piyasayı ekolojik temelli hale getiririz.
7. Ekoloji ve ona dayalı ekonomiyi ne gibi gelişmeler dünya’nın gündemine yerleştirir.
Ekoloji ve ona dayalı ekonomiyi geliştiren en önemli şey doğaya uygun bilimsel çalışmalar ve ondan türeyen bilgi ve teknolojilerin gelişmesi ve toplumsallaşmasıdır. Yani doğru bilimsel bulguların toplumların değerler sistemine ve teknolojiler yoluyla yaşamlarına girmesidir. Doğru bilimsel bulgu demişken, bu kavramı biraz açalım. Bilim, varlık sebebi olan doğayı açıklama konusunda bazen yanlış yollara sapabiliyor. Bu yüzden bilimsel bulgular bile kesin olmayabilir. Hatta bilim ve ondan doğan teknolojiler yanlış olabilir. Fakat daha kesine doğru yürünen yolda bu yanlışlar bile önemli aşamalardır. Bu aşamalar bizi “kesin doğruya doğru” götüren süreçler olduğu için değerlidir. Bu yüzden bilimsel çabaların kesintisizce sürdürülmesi ve doğru bilgilerin yaygınlaştırılması ekolojiyi ve onun ekonomisini geliştirecek temel unsurdur. Bu açıdan yakın geçmişimize baktığımızda yukarıda sözünü ettiğimiz 19. y.y. kartezyen-mekanik düşünce sistemi ve buna dayalı bilimsel çalışmalar fizikte ve kimyada bazı yanlış yani doğaya uygun olmayan bilgi ve teknolojilere ulaşmıştır. Örneğin; enerjide fosil yakıtları kullanan içten yanmalı motor teknolojisi ve bunun otomobil ve uçaklar yoluyla bütün dünyaya yayılması bugünkü küresel ısınma sorununu doğurmuştur. Bu yüzden başka ve dünyanın dengesini bozmayan enerji sistemleri geliştirmek zorundayız. Yani son yüz elli yılın enerji üretim yanlışından vazgeçmeliyiz. Diğer bir örnek kimyadan verilebilir. İnorganik kimya türevleri ve onun teknolojileri, yine dünyanın geleceğini tehdit eden bir başka yaygın yanlıştır. Son yüz elli yılda bütün dünyayı saran kimyevi gübre, zararlı zirai mücadele ilaçları ve hormon üretimi, geri dönüşümü olmayan ambalaj malzemeleri üretimi dünyanın geleceğini tehlikeye atan yaygın yanlışlardır. Bu yüzden 19. y.y.’ın bu bilimsel yanlışları, 20. yy.da yeni doğrulara kaynaklık ederek bilim ve teknoloji gündeminden çıkarılmalıdır. Bu konularda yeni ve doğaya uyumlu bilimsel bulgu ve teknolojilere acilen ihtiyaç vardır.
Demem o ki ; bilim ve teknolojinin yanlış süreçlerini bir an önce terketmek ve doğru yani eko sisteme uygun bilimsel süreçlerin başlatılması ekonominin de ekolojikleşmesinin önünü açacak temel husustur.
8. Yanlışların ortadan kaldırılmasında bireye ve topluma ne gibi görevler düşüyor?
Doğal olarak esas görev tabi ki bireyin ve toplumundur. Toplumların resmi örgütleri olan hükümetler; üretim standartlarını ekolojikleştirerek, ekolojik teknolojileri teşvik ederek ve vergiler yoluyla kişi ve kurumları özendirerek veya cezalandırarak ve en önemlisi ekolojik temelli yasalarla çözümün göbeğinde yer almalıdırlar. Toplumların sivil örgütleri ise ekolojik bilinci ve duyarlılığı artıracak faaliyetleri ile ekolojikleşmeyi ilerletmelidirler. Bu bağlamda dünyada hem resmi hem de sivil örgütler henüz tam yeterli olmasa da ciddi çalışmalar içindedirler. Hatta uluslararası örgütler, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere eko sistemin korunması konusunda ciddi çalışmalar içindedirler. Konu bazı ülkelerde siyasallaşmış ve ekolojik temelli partiler “Alman Yeşilleri” örneğinde olduğu gibi hükümet ortağı olmuşlardır. Pek çok ülkenin vergi kanunları içinde, atık ve emisyonların azaltılmasına, geri kazanımı, doğal kaynakların kullanılmasına ilişkin pek çok düzenleme vardır. Pek çok tarımsal ürün için ekolojik yaklaşımlı standartlar getirilmiştir. Pek çok tarımsal ilaç yasaklanmıştır. Kısaca; dünyada son yüz elli yıllık yanlışlardan kurtulmak için bir kıpırdanma, ve giderek dozunu artıran bir çaba mevcuttur. Ama çabanın en büyüğünü nüfusu stabilize etme ve bu stabilizasyonun yanı sıra ekolojik bilinçli birey üretme konusunda göstermeliyiz. Ekolojik bilinçli birey siyasal tercihleriyle, mal ve hizmet tercihleriyle ve toplumdaki tüm duruşu ile dünyayı ekolojik bir kültüre ve ekonomiye götürebilecek temel unsurdur.
9-Dünyada Ekolojik Ekonomi ne ölçüde benimsenmiş durumda,ekolojik ekonomi arayışlarında dünya ne durumda?
Ekonominin eko sisteme bağlı olduğunun ve ekonomik destek sistemlerinin temelinin eko sistem olduğunun çok sık ifade edilmesi, bu konudaki sivil toplum gayretleri henüz yetersiz de olsa bazı duyarlılıklar oluşturmuştur.
Örneğin, vergisel alanda pek çok gayret var. Atık ve emisyonların azaltılmasına, geri kazanıma, doğal kaynakların kullanılmasına yönelik pek çok vergi var dünyada. Bu vergisel gayretlere akademik destekler de veriliyor. Sekizi Nobel ödüllü 2500 ekonomist, ( CO2 ) karbondioksit emisyonunu azaltarak iklimi koruyacak karbon vergisine destek verdi.
Eski Ekonominin arz cephesi, ürün standartlarında daha çok ekolojik temelli standartlar peşinde… İşin önemli bir cephesi de ekolojik ürün talebinin artması. Avrupalı tüketicilerin üçte biri ekolojik duyarlılığa sahip.
Nüfusu stabilize etme gayretleri de var. Ama dünya nüfus artışı hala kontrol dışında.
10. Ekolojik ekonomiyi uygulayabilen ülkeler var mı?
Önce belirtmek gerekir ki ; bu bir ülkenin tek başına çözebileceği bir sorun değildir.Dünyanın ortak sorunudur.Çünkü dünya, koskoca evrende küçücük bir noktadır.Bizim kocaman zannettiğimiz noktadır.Dünyanın bütün döngüleri ortak, atmosferi ortak, havası ortak, suyu ortakdır.Hiçbir ülke tek başına küresel ısınmayı yada ne bileyim, suların kirlenmesini önleyemez..
Ancak; bazı ülkelerin ekolojik ve ekolojik ekonomik duyarlılıkları biraz daha fazladır ve çözüm arayışları daha dikkat çekicidir.
Örneğin Danimarka. Danimarka elektriğin yüzde 15’ini rüzgardan elde ediyor., nüfusu dengeli, Termik santralleri yasakladı. Nüfusu dengeli, Kophenag’da ulaşımın yüzde 32’si bisikletle yapılıyor.
Ancak dünyada da ekolojik ekonomi için gereken düşünce devrimine, özellikle fosil yakıtlardan hidrojene geçeceğimiz enerji devrimine ve atmosferin korunmasına, suların ve toprağın tam olarak korunmasına daha çok var gibi görünüyor. Bakalım bizim ihtiyar dünyamız daha ne kadar dayanacak?
11. Ülkemizdeki, Türkiye’deki durum ne?
Önce ülkemizin eko sisteminden bahsedelim: Eğer coğrafik olarak bakarsak, Türkiye’de iki coğrafik kıta var: Avrupa ve Asya. Oysa ekolojik olarak baktığımızda Türkiye üç ekolojik kıtanın ortasında yer alıyor. Bunlar Karadeniz’e doğru uzanan Avrupa-Sibirya, Akdeniz Bölgesi havzası ve İran-Turan ekolojik kıtası… Bu üç ekolojik kıta üzerindeki konumlanma konumlanmış olmak Türkiye’ye önemli bir biyoçeşitlilik sağlıyor. Yüzyıllar boyunca bu üç ekolojik kıtadan çeşit çeşit bitki ve hayvan türleri Anadolu’ya gelmiş. Bu nedenle Türkiye’nin tek başına flora ve faunası neredeyse Avrupa’nınkine eşit. Biyoçeşitliliğin çok yüksek olduğu ender coğrafyalardan biridir ülkemiz. Maalesef biz bu mükemmel ekosistemi geri dönülemez bir şekilde kaybediyoruz,. İşte biz bu mükemmel ekosistemde ne yaptığımızı bilmeden tahribat yapmaya devam ediyoruz.
12. Eski ekonomiyi sürdürmeye devam ediyoruz yani?
Eski ekonominin reel davranışlarına bile hala ulaşamadık. Katma değer ve verim temelli bir ekonomimiz yok. Tam tersine 60 yıldır ekonomimiz spekülasyon temelli olarak çalışıyor. Türkiye ekonomisinin en eski zararlısı “kentsel spekülasyondur”. 50 yıl öncesinin Anadolu’sunun küçük ve verimli ovalarının bir köşesine kurulmuş kasabacıkları, köyden kente göçün ve nüfus artışının baskısıyla hızlı ve inanılmaz büyüklükte bir kentsel arazi spekülasyonuna konu oldu. Spekülasyonun ekonomiye geçici etkisi haksız kazanç oldu. Kalıcı etkileri ise yıkıcıydı. Anadolu’nun küçük verimli ovaları betonla kaplandı. 4 milyar yılda oluşmuş 50 cm’lik santimlik canlı toprak dokusu, yani her yıl doğuracak ana organizma, bir daha geri gelmeyecek şekilde yok edildi. Ve de spekülasyon öyle kazançlı oldu ki, reel sektör için katma değerle uğraşmak anlamsızlaştı. Zenginleşme spekülasyonla özdeşleşti. Diğer yandan dünyanın en değerli gen havuzlarından olan Türk toprakları, kimyevi gübreler, zararlı zirai mücadele ilaçları ve yapay hormonlara verilen teşviklerle ve tek yıllık tohum ithalleriyle devlet eliyle zehirlendi.
Türkiye ekonomisinin ikinci büyük yıkımı mali spekülasyonlar oldu. 1989’da başlayan “düşük kur, yüksek faiz, istediğin zaman gel, istediğin zaman git” temelli sıcak para daveti ekonomik ve siyasi düzeni katletti. Özetle Türkiye hem spekülasyon ekonomisinin hem eski ekonomi anlayışının çifte tasallutu altındadır.
Ülkenin zaten sıkıntılı olan siyasi dokusu giderek istikrarsızlaştı. 1990’lardan itibaren 15 yıl müddetle korkunç bir siyasi ve ekonomik istikrarsızlık dönemi yaşandı. Ne siyasetçi dayandı ülkeye, ne reel sektör kaldı. Ülkenin temel üretim faktörleri yani emeği, sermayesi, doğal kaynakları ve teşebbüs gücü dünyanın en pahalı ve bozuk faktörleri haline geldi. Emek, verimsizliği ve üzerine yüklenen vergilerle; sermaye sıcak paranın yüksek beklenti oyunlarıyla, toprak ise; kentte spekülasyonla ve onun betonlaşmasıyla, kırda tek yıllık tohumlar ithal tohumlar ve kimyevi gübrelerle mahvoldu. Müteşebbis, toplumsal sorumluluğunu terk edip spekülatörleşti.
13.Peki ne yapmak lazım?
Bugün Türkiye hem spekülasyon ekonomisinin hem yüksek maliyetli eski ekonomi anlayışının çifte tasallutu altındadır. Türkiye ekolojik ekonomiye geçerken bu iki düşmanla birden boğuşmak zorundadır. Ekolojik ekonomisini kurarken, öncelikle spekülasyon ekonomisini yok etmeli ve yeni ekolojik temelli ve rekabet edebilir faktör piyasalarını kurmalı, “ürün piyasalarında ise, organik temelli standartlara doğru” yöneltmelidir.
Bir süreç içinde bu işler yapılırken, hiç bekletilmeyecek bir temel iş vardır.İlk iş olarak dünyanın üç ekolojik kıtasını barındıran topraklarımızı kentsel rantların beton tecavüzünden ve yanlış tarımsal girdi ithalatçısının zehirlerinden korumalıyız. İlk korunacak ve kurtulacak şey topraklarımızdır. Çünkü bu konuda gecikirsek kayıplarımızın hiçbir yolla geri döndürülmesi mümkün olmayacaktır. Bu yüzden bu konu acil ötesidir. Böylece, dünya mirası ve Avrupa kıtasını ve dünyanın pek az ülkesinde olan tarımsal ürün çeşitliliği spekülatif ve eski ekonomi ikilisinin tecavüzünden kurtulmuş olacaktır.
Piyasa ekonomisinden önce denenen planlı döneme ilişkin Kenan Mortan ile birlikte yazılan bir kitap…
Bu kitabın Cemil Çakmaklı tarafından yazılan Önsözü ve Son Sözü bu linkte sunulmuştur.
Kitabın 1984 yılında yazıldığını dikkate alarak, kitapta değerlendirmelerin 30 yıl sonra bugün hala geçerli olup olmadığını lütfen dikkate alınız.


YENİ DÜNYA VE ESKİ KAVRAMLAR
Rivayet Üzre Bir Başlangıç
Rivayet edilir ki, nereye gideceğini bilen kaplumbağa, bunu bilmeyen tavşandan daha erken oraya varırmış. Ne aradığını bilmeden yerinden kalkan, yerini de bulamayabilirmiş.
Ekonomisinde büyüme, toplumunda kalkınma arayanlar, haritasız ve pusulasız yola çıkmamalıymış. . . Ve de, bir ülkenin büyüme ve kalkınma arayışları için sadece o ülkenin haritası yetmez, sokak tabelalarına bakarak da yol bulunamazmış. . . Bu durumda, acilen bir dünya haritası ve dünyanın her tarafında geçerli bir pusula edinmek gerekirmiş. . .
Kestirmeden söyleyecek olursak, Türkiye’nin büyüme ve kalkınma arayışlarının sağlıklı olabilmesi için, ulusal bilgilerin ve değerlendirmelerin ötesinde; diğer dünya ekonomilerini, büyüklüklerini, sektörleri, teknolojileri, hızları, dünya ticaretindeki yerleri ve en önemlisi, geleceğe ilişkin hedefleriyle çok iyi tanımalıyız. Çünkü, ülkelerin büyüyebilmeleri ve kalkınabilmeleri, sadece yerel bilgi ve yöntemlerle yaklaşılacak bir sorun olmaktan çoktan çıkmış, bütün dünyayı kavrayacak değerlendirmeler gerektirir olmuştur.
Hangi kaynaklarla, hangi üretme biçimi ve kültürüyle, hangi malları üretip, hangi pazarlara sunabileceğiniz, dünya ticaretinde nerede ve ne miktarda yer alacağınız konusunda sağlıklı değerlendirmeleriniz yoksa, gidebileceğiniz bir yer de yoktur. Ama sürükleneceğiniz bir yer mutlaka vardır!
Domates Ağacı ve Mekanik Beyin
Genetikçiler artık üzerinde 20.000 domates bulunan “domates ağacı“ üretebiliyor; operatörler neşter yerine lazer kullanabiliyor; yine lazer, dijital bir disk okuyarak beş bin sayfalık bir kitabı 4,7 inç çapında bir diskete depolayabiliyor; mermi hızından daha hızlı trenler yapılabiliyor.
Diyorlar ki, yakında bioçips ve molekuler elektronikle otomatik bellek ve yeni entegre devrelerle mekanik beyin üretilecek, dünyadaki tüm bilgiler bir bilgi bankasından toplanacak ve bunlar evlere bağlanabilecek.
Hal böyleyken, bugün nerede olursak olalım, bütün bunları gözlemeden, izlemeden, büyümeye ve kalkınmaya bir rota çizebilir miyiz? Bilimin ve teknolojinin arkasından gitmeyen büyüme ve kalkınma olur mu? Araştırmayı, yaratmayı, yürümek ya da yemek içmek gibi günlük davranış haline getirmeden teknoloji edinilir mi? GSMH nın %20’sini vergilerle ya da teşviklerle yatırımlara göndereceğiz ve % 3-5 ya da 7 kalkınma hızına ulaşacağız diyen, teknolojik tercihleri ve dokusu olmayan, bu teknolojileri mala dönüştürecek projeleri bulunmayan anlayışlarla kalkınılır mı?
Kalkınılmaz! Dünya haritasından bihaber, dünya seyir defterinden bihaber, büyünmez, kalkınılmaz…
Büyüme ve kalkınma anlayışımızı, dünya teknolojileri ve standartlarıyla dünya insanına mal ve hizmet üretecek bir çizgiye ve bu yolla dünya ticaretinden giderek daha çok pay almayı amaçlayan bir çabaya oturtmalıyız. Yoksa vardığımız yerde yine yalnız kalırız.
XXI. Yuzyıla Doğru
ya da iri Genellemeler
İki bin yılında dünya gelirinin % 20’sine ABD, % 13’üne Sovyetler, % 12’sine Japonya, % 6’sına Batı Almanya, % 5’ine Çin, % 4’üne Fransa, % 2’sine İngiltere sahip olacakmış…
Gidiş bu gidişmiş…
Öte yandan bir başka gidiş daha var; yukarıdakilerden özel mülkiyetli ekonomiler, mülkiyeti toplumsallaştırmaya, piyasa ekonomisini sosyalleştirmeye, insanlarına teknolojik nitelikli ve verimli bir boyut kazandırmaya, dünya ticaretini kolaylaştırmaya ve çoğaltmaya; kolektivist mülkiyetli ekonomilerse, piyasa ekonomisi tekniklerini kullanmaya, insanlara üretim ve kazanç zevki aşılamaya, dünya ticaretine daha dayanıklı, yüksek kaliteli ve estetik mallar üretmeye doğru yönelmişlerdir.
Görülüyor ki, dünya gelirinin % 60’ına talip ülkeler,
Piyasa ekonomilerini geliştirmeye ve sosyalleştirmeye ya da piyasa tekniklerini daha çok kullanmaya,
Geçmişin, üretim mülkiyeti esaslı kapitalist-kolektivist ülke ayrımı yerini, teknolojik düzeyine ve dünya ticareti içindeki payına bağlı olarak “verimli – az verimli” ülke ayrımına bırakacağa benzemektedir.
Yine öyle görünmektedir ki, dünya ekonomi ailesinin üyelerinin geleceğini,
Dünya ekonomisi ise, mekanik planlama yerine, üretimde ve tüketimde insanla bütünleşmiş bir sosyal piyasa ekonomisiyle, rasyonel bir serbest ticaret sistemine doğru koşmaktadır. Statik modellere değil, dinamik insan aklına ve yaratıcılığına rağbet etmektedir gün geçtikçe…
Yaşlı Sorular, Genç Sorular
Öyleyse, XXI. Yüzyıla doğru koşulan bu amansız yarışta, arkalarda büyüme ve kalkınma arayan biz, neylemeliyiz?
Dışa kapanmalı mıyız, açılmalı mıyız?
Ve daha bunun gibi, bize yıllar kaybettiren, ölü doğmuş, ölü yaşamış ama hala gündemimizi işgal eden nice yaşlı soruları ne yapmalıyız?
Daha genç sorular da var!
Enflasyon, devalüasyon nedir? Nedir bunlardan çektiğimiz?
İlerki bölümlerde, Türkiye’nin ve onu yönetenlerin bu sorulara geçmişte ne cevap verdiğini arayıp bulmaya çalıştık. Şöyle böyle kırk yıllık bir yazı – film yapmaya çalıştık. Ancak oralara varmadan, bugünkü anlayışımızı da belirlemek amacıyla bazı temel sorunlara, bazı temel kavramlara dokunmalıyız, kavram kargaşalarını anlatmalıyız galiba. O yanlış kavramlar ki, o kargaşa ki, bizi birbirimize kavuşturmuyor… Aklımızı karıştırıyor… Bizi yerimize çakıyor…
Kavram Kargaşalarından Manzaralar
Kavram kargaşalarının ağababaları, “sağ-sol” kavramlarıdır. Yakın geçmişimiz, siyasi çözümleri sağ-sol gibi üçer harflik iki kelimede buluverme tembelliğinin hikayeleriyle doludur.
Sağcı ya da solcu olundu mu bir kez, reçete hazırdır ve de ekonomik, sosyal, kültürel çözümler aramak, çözümleri projelere bağlamak gereksizdir… Koskoca dünyayı kavrar ve koskoca bir ülkenin sorunlarını çözer bu üçer harflik iki kelime… Artık ne aklınızı kullanmaya gerek vardır, ne genetik biliminin nereden nereye geldiğini bilmeye, ne de kapasiteyle maliyet ilişkilerinin bize kaça patladığını araştırmaya… Her derde deva, her hastalığa şifa bu kavramdır… Bir de tabii, başka kavramları karıştırmaya birebir… İşte bir dizi örnek…
Karma Ekonomi
Kim bulmuş, nereden bulmuş, ne sebeple gerekmiş de bulmuş bilmiyoruz, ”karma ekonomi” deyimini… Kamu mülkiyetli işletmelerle özel mülkiyetli işletmeler ekonomi içinde beraberse, bunun adı karma ekonomidir deniliyor…
Denilsin denilmesine de, daha ötesi karma ekonomi de bir” ekonomik model” sanılıyor… Bir ekonomiye gerekli olan, işletmelerin mülkiyeti değil, verimidir kuşkusuz… Bu verimi sağlayacak olan da, teknoloji, ölçek, yönetim ve diğer işletme faktörleridir… Bir de iyi düzenlenmiş bir piyasanın varlığıdır. Asıl üzerinde durulacak olan, mülkiyet değil, bunlardır.
Düzgün bir piyasada, iyi yönetilen bir kamu işletmesinin başarılı olamayacağı nasıl söylenebilir? Ya da tersi, özel mülkiyetli bir işletmenin kötü bir piyasada, kötü bir yönetimin başarılı olabileceği nasıl söylenebilir?
Ama işletme mülkiyetine dayalı ”karma ekonomi” tanımını, yani ekonominin içinde kamu mülkiyetli işletmelerle özel mülkiyetli işletmelerin yan yana bulunmasını bir ekonomik model sananlar, yıllardır tozu dumana kattılar…
Karma ekonomi, karma ekonomi diye diye, işletmelerin asıl sorularını ve onların içinde yaşadığı piyasayı düzenlemeyi unutturdular. Her neyse, böyle bir ”ekonomi cinsi” yoktur!.. Böyle bir ”cins” geliştirsek bile, bunun bizim dertlerimize yararlı olacak bir yanı yoktur.
Plan mı, Piyasa mı?
Hemen söyleyelim, Türkiye’de plan da, piyasa da birer siyasi rejim tanımı değil, birer teknik araç tanımıdır.
Planlama yapalım diyenler, devletçi – kolektivist dünya görüşlü; piyasa geliştirilsin ve düzenlensin diyenler, kapitalist meşrepli olmayabilirler… Örneğin, sadece akıllı olabilirler. Bugün kolektivist rejimler piyasaları ıslah etmeye ve piyasa ekonomisi araçları kullanmaya doğru giderken, kapitalist ekonomilerde de planlama teknikleri kullanılabilmektedir. Kalkınma, sektör ya da faktör geliştirme planları yapılabilmektedir…
Plan ve piyasayı birbirinin karşıtı, uzlaşmaz düşman kavramlar gibi görme yanlışı da aklımızı çok karıştırmıştır. Planlama yapılırsa, para, sermaye, mal ve hizmet piyasalarının düzenlenmesine gerek olmaz sanılmıştır yıllarca… Bu yüzden son zamanlara kadar ne bir sermaye piyasası – borsa düzeni denenmiş, ne de bir antikartel yasası düşünülmüştür… Ve daha nice doğru, kavram kargaşası karanlığında görülememiştir.
Enflasyon – Devalüasyon…
Sohbetimizden üç öğün eksik etmediğimiz iki kelime…
Çok günahı ve çok tanımı olan iki kelime <<enflasyon>> ve <<devalüasyon>>… Örneğin, birisi paranın iç değerliliğini, diğeri paranın dış değerliliğini kaybetmesi… Ve daha bir sürü değişik tanım… Ama nasıl önlenir enflasyon, nasıl önlenir devalüasyonlar… Tabi önce ne oldukları anlaşılarak…
Enflasyon ve devalüasyon bir ülkede verimsizliğin diğer iki adıdır…
Sırasıyla, insanlarınız ve diğer üretim faktörleriniz, işletmeleriniz, sektörleriniz, ekonominiz verimsizse, <<aldığından daha fazlasını veremiyorsa>> ya da <<gerekli miktarda veremiyorsa>> yandığınızın resmidir!
Enflasyonla ve devalüasyonla yaşamak zorundasınız…
Paranızın iç ve dış değerini korumak istiyorsanız, parayla değil malla ve onun verimliliğiyle uğraşmak zorundasınız.
Verimlilik ise, zaman boyutu ve matematik boyutu olan, teknolojiyle çok yakından ilişkili bir doğurganlık tanımıdır.
İnsanınızı, işletmelerinizi, sektörlerinizi ve ekonominizi verimli hale getiremezseniz, içeride paranız sürekli düşecek, enflasyon hayat arkadaşınız olacaktır. Dünya ticaretine uyumunuz ise, ancak sürekli devalüasyonlarla, yani sürekli ucuzlayarak olabilecektir.
Özetle, verimlilik bütün ekonomik olumsuzlukların panzehiridir. Bütün ekonomik çözümler bu başlangıçtan geçmektedir. Enflasyonla ve devalüasyonla mücadele de, sadece parasal önlemlerle değil, öncelikle <<ulusal verimlilik>> önlemleriyle yapılmalıdır.
Kamu Ekonomisi ve Devletin Kesesi ya da <<Bütçekoliklik>> …
Yıllardır çok kullandığımız, ama ne olduğunu bilmediğimiz bir kese var… Devletin kesesi olan bütçe var… Nedir bütçe? Akarı nedir, gideri nedir?
Türkiye’nin genel ekonomisi, eğrisiyle doğrusuyla bir piyasa ekonomisine dayalıdır. Piyasa ekonomisi, arz – talep diğer piyasa kurumlarıyla çalışır. Tasarruf, yatırım, üretim, katma değer ve gelir, piyasa ilişkileri içinde doğar… Piyasa ekonomisinin büyüklüğü gayri safi milli hasılayla ölçülür.
Kamu ekonomisi, kesesini piyasadan doldurur. Vergiler, harçlar, resimler, şerefiyeler, cezalar, mülk ve girişimcilik gelirleri, borçlar gibi bütçe gelirleri piyasadan alınır. Kamu ekonomisi giderleri bütçe harcamaları adıyla toplumun ortak ihtiyaçları için bu bütçeden harcanır. Türkiye’de bütçeler, piyasa büyüklüğünü ifade eden GSMH’nın yaklaşık % 20’si büyüklüğündedir son yıllarda… Yani mevcut ekonomik büyüklüğün beşte biri… İşte biz yıllardır piyasayı ve oradaki beşte dördü bırakıp, bütçelerle yani beşte birle uğraşıyoruz!.. Bütçekolik olduk yani… Her çözüm bütçede, her dert bütçeden…
Bütçeyle yatırım yapıp, bütçeyle büyümeye çalışıyoruz…
Bu beşte birle hem yol, su, altyapı vb. gibi, devletin asli ve sürekli görevlerini yapmaya çalışıyoruz, hem de KİT’lere kaynak ayırarak işletme yapmaya çalışıyoruz…
Oysa bizde bütçeler, yoğun bir kamu hizmeti talebiyle gider yönünden, işlemeyen bir piyasa yüzünden de gelir yönünden tıkalıdır.
Bütçeyi her şey sanmaktan uzaklaşıp, ona gelirini veren ana kurum olan piyasayı düzenlersek, tıkanıklıklarını açarsak, GSMH ve giderek bütçe gelirleri de artacaktır.
Cumhuriyet tarihi boyunca yaptığımızı bırakıp, gözlerimizi bütçelerden piyasaya çevirmeliyiz… Bütçekoliklikten vazgeçmeliyiz…
Bütçeye kaynağını veren, tasarrufun, yatırımın, üretimin, katma değerin, gelirin doğduğu genel ekonomiyi artık düzenlemeliyiz.
Mali Kimlik – Reel Kimlik
Bir kere, vergici ve bütçeci olunca aklınız paraya takılıp kalıyor. Mali politikalara rağbet eden bir toplum, bir devlet olup çıkıyorsunuz…
Üretimi, işletmeciliği, katma değeri, malı unutuveriyorsunuz. Mal politikalarını unutup, mali politikalara dalıveriyorsunuz… Reel kimlikli değil, mali kimlikli oluyorsunuz…
Kafalar vergi almaya ya da vermemeye programlanıyor. Devlet, genel teknoloji politikalarını, işletmeler araştırmayı ve ürün geliştirmeyi unutuveriyor… Devletin vergicilikle uğraşan kaç personeli var, teknolojiyle uğraşan kaç personeli var dersiniz? İşletmelerin muhasebe bölümlerinde mi, yoksa laboratuvarlarında mı daha çok insan çalışıyor acaba? Yüzümüzü yüzeysel – parasal sorunlardan, yapısal – reel sorunlara doğru çevirmenin zamanı gelmedi mi? Ne dersiniz? Ne dersiniz, üretim sistemiyle vergi sistemini beraberce ele almaya, öncelikle üretim sistemini daha çok değer yaratır hale getirmeye, sonra onun üzerine hakça vergi salmaya, kaçakları amansızca izlemeye?
Kaynak Nerede, Kaynak!..
Ne zaman ekonomi, büyüme ve kalkınma üzerine yeni bir şey söyleyecek olsanız, geleneksel koro hep bir ağızdan, << kaynak nerede, kaynak! >> oratoryosuna başlar… Gürül gürül bu kaynaksızlık ağıtı sarar her yanı…
Türkiye büyümenin kaynaklarının çok azını bilmiştir kaynak ararken kaynak kaybetmiştir…
Büyümenin ilk ve etkin kaynağı, << kurulu kapasite >> dir. Kurulmuşu, geçmişin yatırımlarını etkin kullanmazsak, atıl kapasite çöplüğü yaparsak, yeni kaynak aramak ve kullanmak boşunadır. Çünkü kullanılan bu kaynak ve onun sonucu yeni kurulan kapasite de, geçmiştekilerin akıbetine uğrayacaktır…
Ol nedenle, ekonomi önce kurulu kapasitesini sonuna dek kullanmak, bozuksa düzeltmek, darboğaz varsa gidermek, sözün kısası
<< tam kullanmak >> zorundadır. Geçmişte yatırımış kaynağı kullanmak ilk işimizdir… Bazı sektörlerde kapasite kullanımının % 30’larda olduğunu söyleyene ne cevap verilir yoksa? Kaynak, kaynak mı denilir?
Eski deyimiyle << iddihar >>, yani yığılmanın, dolaşıma çıkmayan servet, altın, döviz ve benzerlerinin hesabını kim biliyor bizim ülkede! Yığılmanın çözümü en önemli kaynaklarından bir diğeridir büyümenin… Ama bunu elinden tutana kızarak olmaz bu… Elde tutma nedenlerini ortadan kaldırmak gerekir… Yığılmayı ancak, sosyal güvenlik sistemlerini ıslah ya da aldığını geri veren bir sanayi çözer…
Yabancı sermaye, yıllardır korktuğumuz bir diğer kaynak… Yıllarca o bizden korktu, biz ondan korktuk… Hala var o çocukluk korkularımız… önce onun, yabancı sermayenin korkularını yenmeliyiz. Güvenli, istikrarlı bir ülke haline gelerek… Sonra bize de, ona da kazandıracak, kişilikli bir yol bulmalıyız.
Tarımın ve sanayinin katma değer yaratması, aldığından daha çok vermesi, doğurması, sürekli bir kaynaktır büyüme için… Verimli bir tarım ve sanayi düzeni, yani doğurgan bir ekonomi ise, kaynakların kaynağıdır… Temel kaynaktır…
İşte başka bir kaynak daha; dış borçlanma… Dış borçlanma ama, alınca nerede kullanıp nerede yumurtlatacağımızı bilerek dış borçlanma… Alıp öldürmediğimiz, geri verebilecek yerlere yatırdığımız uygun dış borçlanmalar büyütür ekonomiyi…
Daha sayalım mı? işçi dövizleri, yirmi yılda 30 milyar dolar net giriş… Dış borçlanma kadar büyük… Yatırıma, büyümeye bunun ne kadarını gönderebildik ki?
Sözün özü, kaynaklar ancak kaynak kullanma politikaları varsa vardır… Kısır tavuğa neylesin bin horoz!.. Önce doğurgan olmanın kurallarını ve kültürünü tartışalım, sonra kaynağı… Küllüğe tohum eken hayal biçer…
Kavramlar Düzelmeli…
Birkaç kavram kargaşasını, bakış yanlışını sıralamaya çalıştık… Kavramlardaki kargaşa, bakışlardaki şaşılık sona ermezse, beraberce aynı yola çıkmak mümkün değildir… Çünkü yanlış kavramlar beyinleri, beyinler de insanın ayaklarını karıştırır… Kördüğüm eder…
Ekonomik kavram ve bakış yanlışları, insanımızı, en değerli unsurumuzu zehirliyor.
Üretici değil tüketici, katılıcı değil bekleyici yapıyor…
Atak değil tutuk, çözücü değil karıştırıcı yapıyor…
Ekonomik hızımızı kesiyor, tıknefes yapıyor toplumu…
Kavram kargaşasını ve bakış yanlışlarımızı düzeltmeliyiz. Herkesin arşınına göre bez verilmemeli… Her yerde okka dört yüz dirhem olmalı… Üretim kültürünün bir reçetesi hazırlanmalı…
Net kavramlar, doğru hedefler ve dünya bilgileriyle, insanımıza yeni bir üretim kültürü reçetesi sunmalı… Ekonomik büyüme ve toplumsal kalkınma burada başlıyor… İnsanımızın XXI. Yüzyıla, kendisine daha layık bir ekonomik dereceyle girebilmesinin anahtarı, anlaşılır ve benimsenmiş bir üretim kültürüdür önce… Tekrarımız bağışlansın: Bizi yerimizde saydıran, yukarıda örnekleri verilen kavram kargaşalarını terk etmeliyiz… Dünyaya çevirmeliyiz gözlerimizi ve gelişmiş dünyanın ölçülerini kullanarak, ama özgün bir kimlik edinerek, yeniden düzenlemeliyiz ekonomimizi, piyasalarımızı, üretimimizi ve paylaşımımızı… Doğmalara değil, aklımıza inanarak… Başka türlü büyüme ve kalkınma sağlamayacağını ve yeni dünyada eski kavramlarla yaşanamayacağını bilerek…
Bundan Sonra…
Sorular sorarak başladığımız bu çalışmada, bundan sonra Türkiye’nin yaklaşık son kırk yıllık kalkınma arayışlarından bazı kesitler sunmaya, bir yazı – film yapmaya çalıştık… Bazen ayrıntılarına inerek, Türkiye’nin planlı plansız arayışlarını anlatmaya, uzmanların söylediklerini aktarmaya çaba harçadık…
Son bölümde de, yanlış yaparız diye korkmadan, önerdik… Tartışılsın diye önerdik…
Tartışılarak yanlışımız düzelir, eksiğimiz tamamlanır diyerek…

NASIL BÜYÜYECEĞİZ?
Büyüme ve miktar artışı ekonominin birincil sorunudur. Bu eşikten geçilmeden varılacak yer ve üzerinde konuşulacak ekonomik konu yoktur.
Bu nedenle sonsözde büyümeyi bu çok bilineni konuşacağız.
Ayak Parmaklarını Kovalamak
Nüfusu ve bu nüfusun ihtiyaçları diğer iktisadi faktörlerden hızlı artan ülkeler ekonomik büyümeye bir türlü ulaşamazlar. Ayak parmaklarını kovalayan adam gibi bir türlü onları yakalayamazlar. Türkiye bu anlamda yıllardır ayak parmaklarını kovalamaktadır.
Adam Başına Artmayanlar, Artanlar
Adam başına reel gelir bir türlü yeterli düzeyde artmamakta ancak adam başına siyasal istikrarsızlık adam başına otorite boşluğu adam başına kavram kargaşası zaman zaman duraklasa da genellikle artmaktadır. Ne var ki, iktisadi büyüme ve adam başına reel gelir artışı, arttığını söylediklerimizi sevmemekte, istememekte, onların bulunduğu yere girmemektedir. Öyleyse, eğer büyümek istiyorsak, ilk iş olarak siyasal istikrar ve kararlılığı, onun içinden çıkmış çağdaş ve üretken bir devlet otoritesini benimsemiş; kültürel ve teknik kavramlarda genellikle birleşmiş olmalıyız. Bunların büyümenin iklimi olduğunu bilmeliyiz.
Tasarruf var mı? Tasarrufla yatırım arasındaki köprü kurulabilmiş mi?
Yatırıma giden tasarruf geri dönüyor mu?
Sanayi aldığını geri veriyor mu?
Bırakın bunları, kamu ekonomisi ve bütçe, sağlıklı bir piyasa ekonomisi üzerine kurulmuş mu? Vergiler reel değerlere dayalı mı?
Dahası, kaynaklarımız işgücümüz kadar arttı mı? Toplam nüfusun 1/4′ i aktif nüfusun yarısı ( açık ya da gizli ) neden işsiz?
Çünkü büyümemiz yetersiz, çünkü büyümemiz felsefesiz.
Verimsiz Ekonomi
Dış borçla tüketim yapan, o bitince emisyonla ve onun enflasyonuyla göz boyayan ve toplumumuzu sürekli oyalayan bu verimsiz ekonomi bizi büyütemez. Bu nedenle kültürel ve teknik düzeltmelerle ıslah edilmelidir. Yönetimin de, yönetilenin de, çalışanın da, çalıştıranın da sorunlarının çözümü bu başlangıçtan geçecektir. Zor ve uzun yol tercih edilmeli; ekonomik büyüme, kültürü, kurumları, kaynakları, zamanlaması ve zaman dilimleri içindeki hedefleriyle toplumumuzun önüne konmalı ve anlatıp benimsetilmelidir.
Önce Üretim Kültürü
Ekonomik büyümenin temelinde, çalışma tutkusuna dayalı bir üretim kültürü olmalıdır. Tüketici ve bekleyici insan kültürünün yerine, üretici – katılımcı insan kültürü konmalıdır. Bu kültürün içine, aceleci değil, sabırlı bir renk katılmalı, ayrıca ulusal ve manevi değerlerimiz de istismar edilmeden konmalıdır. Bu kültür gereği, işverebilen ya da iş bulabilen herkes kendisini topluma ve işsize karşı sorumlu saymalıdır.
Temel Kurum Piyasa
Ekonominin temel kurumu olan piyasa, teknik araç olarak işlevlerini yerine getirecek biçimde ıslah edilmelidir. Hukuki ve fiili imtiyazlar, haksız rekabet öğeleri gözden geçirilmelidir.
Önce bu iklimi yaratmaya çalışmalıyız. Ne var ki, birkaç on yıldır bu iklimi yaratamadık. Büyümenin iklimi hep bozuktu…
Bildiğini Bulamayanlar,
Bulduğunu Bilemeyenler
Bu bozuk iklim içinde, son 40 yıldır ekonominin önüne düşenlerden çoğu bildiğini bulamadı, birçoğu da bulduğunu bilemedi.
Üretim yerlerinin, işletmelerin verimliliği değil, mülkiyeti konuşuldu. Devlet mi, özel sektör mü, bu tartışıldı. Tarım mı, sanayi mi denildi.
Plan mı, piyasa mı diye, teknik kavgaları yapıldı.
Öncelikle işsizler değil, << işliler >> sözkonusu edildi.
Konuşuldu, tartışıldı, denildi…
Yorumlar ve çözümler, deli kızın çeyizine döndü.
Ne arasan vardı içinde… Velhasıl, yoktan yonga çıkmadı. Türkiye sentezine dayalı sağlıklı büyüme modeli gelmedi.
Nasıl Büyüdük? Ya da Toplu İğne Edebiyatı
Bu iklim ve kavram bozukluğu içinde büyümedik mi? Toplu iğne yapamıyorduk, top tüfek yapar olmadık mı? Tabii büyüdük. Otuz milyar dolar dış borçla, yirmi milyar dolar işçi döviziyle, tarımın yarattığı huda-i nabit katma değerle sanayi kurduk, mal ürettik…
Fotoğrafta az çok bir şeyler var. Ya röntgen filminde durum ne? İç hastalıklar, bünyesel bozukluklar ne alemde?
Röntgen Sonrası ve Bazı Sorular
Türk sanayi işletmeleri reel katma değer yaratıp, kendi artlarından fabrika kurabiliyorlar mı? Birim maliyetleri, kalite ve standartları yerinde mi? Dış pazarla araları nasıl?
Hedef, para, sermaye, mal ve hizmet piyasaları kurumlarının birbirlerini tamamlar hale gelmesidir. Ancak böyle bir piyasa ekonomiyi bağrında barındırabilecek, piyasa ekonomisi ancak böyle sağlıklı ve etkili işleyebilecek, büyüyebilecek ve kamu ekonomisine, bütçeye, reel ve yeterli kaynak yollayabilecektir.
Katma Değer Odakları : İşletmeler
Ekonominin hücreleri ve piyasanın temel unsurları olan işletmeler, mekan planlaması, teknoloji, kayıt ve hukuk düzeni açısından, özellikle mali hukuk ve vergicilik açısından rasyonalize edilmeli, diğer bir deyişle << yanmış harmanlardan öşür almaya çalışmaktan >> vazgeçilmeli, işletmeler katma değer yaratır hale getirilmelidir.
Kamu yönetimi mekanizması ve altyapı kararları, bu üretim odakları ve onların yaratacağı katma değer gözetilerek reorganize edilmelidir.
Büyümenin İlk Kaynağı : Kurulu Kapasite
Büyümemizin finansmanı, neresinden bakılırsa bakılsın birkaç ana unsura dayalıdır : İlk ve dinamik kaynak, tarımda ve sanayide, kurulu kapasitenin nicelik ve nitelik anlamında sonuna dek kullanılmasıyla elde edilmektedir.
Kurulu kapasiteden elde edilecek katma değer, gelir ve giderek tasarruf, büyümenin ilk kaynağıdır.
Geçmişin sermaye birikimini kullanmadan, ekonomideki kurulu kapasiteyi restore etmeden, yeni yatırım yaparak büyüyeceğimizi sanmak yanlışından artık kurtulmalıyız. Yeni yatırımın zevki yerine, varolanı verimli çalıştırma zahmeti tercih edilmelidir.
Saklananı Çıkarmak Zamanı
Büyümenin finansmanından ikinci kaynak, yığılmayı çözmektir. Çeşitli amaçlarla elde tutulan altını ve parayı durağan halinden kurtarıp, yatırıma ve üretime akıtabilmek gerekmektedir. Ancak, bunun temel şartı, işletmelerin aldıklarını geri verecek verimli ve karlı bir yapıya ulaşmaları, ulaştırılmalarıdır.
Ekonomi Dışı Kaynaklar
Ülkenin üretim sistemi, aldığını tümüyle geri verebilecek doğurgan bir yapıya ulaştığında dış borçlanma kapıları açılacak, yabancı sermaye ülkeye rağbet edecektir. Siyasi ve ekonomik kararlılık ve hedeflilik, bu durumu etkileyen en önemli etken olacaktır. Bu arada bir tarihi korku, yabancı sermaye sömürüsü korkusu, << kendimize güvenle >> aşılmalıdır. Bugün yabancı sermayeden değil, yoksulluktan korkmalıyız. Unutulmamalı ki, << Kırk hırsız bir yoksulu soyamamıştır >>.
Bir Özel İmkan
Ekonomik büyümemizin tam 20 yıldır dayandığı, ama hep de görmezlikten geldiği temel öğedir işçi dövizleri…
20 yılda 30 milyar dolar… Hemen hemen uluslararası borçlanmamız kadar. Ancak, döviz gelsin de nasıl gelirse gelsin değil, << Döviz gelsin, karşılığı para da yatırım olsun, >> demenin zamanı gelmedi mi?
Uyuyarak ancak bebekler büyür…
Nasıl Dolaşmalı?
Tarımsal ve sınai kurulu kapasiteden elde edilen tasarrufları, altın ve para cinsi yığılmaları ve işçi dövizlerini hep yanlış yoldan dolaştırdık durduk… Bunları bankaların pahalı kasalarından geçirip yatırıma yolladık. Kaynakları pahalılaştırmakla kalmadık, yatırım için özkaynak bulamaz, banka paralarını, emanet paraları özkaynak yapar olduk. Sermaye piyasasının faziletini unuttuk…
Hem işletmelerimiz yatırımın riskini yok edip orada kalacak özkaynaktan yoksun oldu, hem de tasarrufçumuzu yatırımla tanıştırmadık. Hisse senedini unuttuk… Bu konuda derler ki, işletmemiz kar, vermiyor temettü dağıtmıyor. İşletmelerin karlı olmadığı yerde, banka parayı nereye satar ki? Nasıl yapmışlar, niçin yapmışlar? Her 6-7 Japondan biri, her 7-8 Avrupalıdan biri hisse senedi sahibi olmuş… Onlara sorarsanız, “liberalizmi libere ettik” diyorlar.
Bir bildikleri var dersiniz?
Parayı Zaptetmek – Deliyi Zaptetmek
Derler ki, parayı zaptetmek, deliyi zaptetmekten zordur. Herhalde öyle ki, bizim buralarda paralar durmadan piyasaya çıkıyor. Çıkıyor da, insanları soyuyor, piyasanın ahlakını bozuyor. Piyasa kararları şaşıyor. Özetle, büyüme sürecinde parayla mal arasındaki ilişkiyi hiç koparmamak gerekiyor.
Kıssadan Hisse…
Atalar sözüdür, “Çekişmeyince, pekişilmez”. Ekonomik büyümemiz adına, yıllardır kendi kendimize çekiştik durduk… Biliyoruz ki, bu konuda Türkiye ekonomisi artık mutlaka pekişecek ve layık olduğu yere mutlaka gelecektir.
Dr. Cemil ÇAKMAKLI
Bu konferans davetini aldığımda, liberal düzen, piyasa ekonomisi ve rekabet kavramları ve bu sistem ve kavramların ülkemizdeki serüveni konularından yeniden düşünme fırsatı buldum.
Yeniden diyorum; çünkü uzun yıllar önce 1970’lerde piyasa ekonomisi konusunda teorik çalışmalar, 1980’lerde Kurucu Mecliste ve 1982 Anayasasının hazırlanmasında yasal boyutlu çalışmalar ve önermeler yapmıştım.
Konferans konumuzun başlığı; “ Faktör piyasalarında rekabet koşulları”nı irdelerken; liberal düzeni, piyasa ekonomisini, bunun içinde faktör piyasalarını geniş açıdan sistemsel ve kavramsal boyutlarıyla ele alırsak; rekabet konusunu daha sağlıklı bir zemine oturtabileceğimizi düşünüyorum.
Rekabet konularını, özellikle rekabet hukuku konularını, kurulunuzun değerli yayınlarından bu arada Perşembe Konferansları metinlerinden izliyorum. Bu yayınları Kurulunuzun Başkanı –otuz yıllık dostum- Sn. Müftüoğlu lütfedip bana da ulaştırıyor.
Bu yayınlar bana sadece değerli görüşler taşımıyor. Bir de rekabet konusunda çalışanların isimlerini ve biyografilerini de taşıyor. Bu yüzden bu salondaki pek çok kişiyle, fiziken tanımasam da biyografik olarak tanışıyorum. –Bu tanışıklığın rahatlığı içinde; konuşmamda, hoşgörü göreceğimi bilerek- çekincesiz ve atak değerlendirmeler ve yorumlar yapabilirim.
Gerçekten ülkemizin –özellikle ekonomimizin- içinde bulunduğu olumsuz koşullar; bu konuları naif değerlendirmelerle değil, atak ve acil yargılamalarla ele almamızı gerektiriyor.
Çünkü bugün; liberal düzen piyasa ekonomisi ve rekabet konularındaki kavramsal yanlışlarımız, bu yanlış kavramların doğurduğu uygulama yanlışlarımız ülkemizi kasıp kavuruyor.
Dilerseniz; nedir bu liberal düzen diye sorarak başlayalım.
Nedir bu liberal düzen; hangi kesitlerden oluşmaktadır, ne işe yaramaktadır. Önce bunları ele alalım…
Liberal düzen, bir beraber yaşama düzenidir ve kabaca aşağıdaki matriksteki alt düzenlerden ve kesitlerden oluşmaktadır.
| Alt Düzenler
Kesitler |
Liberal Sosyal
Düzen
|
Liberal Ekonomik Düzen
|
Liberal
Politik Düzen |
|
| Liberal Devlet | Liberal Sosyal Devlet | Liberal Kamu Ekonomisi ve Liberal Bütçe | Liberal Parlamento ve Hükümet | |
| Liberal Kurumlar | Toplumsal Örgütler | Piyasa Ekonomisi (Kurumlar) | Faktör Piyasaları (Uluslararası Rekabet) | Politik Kurumlar (Siyasi Partiler) |
| Ürün Piyasaları (Fiyat Rekabeti) | ||||
| Liberal Bireyler | Özgürlükçü Birey | Girişimci Birey | Katılımcı Birey | |
Liberal düzenin kesitsel temelinde liberal birey vardır. Bu birey diğer kesitlerin; liberal kurumların ve liberal devletin oluşmasındaki temel unsurdur. Liberal bireyleriniz yoksa, liberal düzeniniz olmaz.
Liberal birey; sosyal anlamda özgürlükçü, ekonomik anlamda girişimci, siyasi anlamda katılımcıdır. Özgür, girişimci ve katılımcı bireyiniz varsa gerisi gelir.
Sivil toplum örgütleriniz de, piyasa ekonomisi kurumlarınız da, siyasi kurumlarınız da oluşur.
Liberal parlamento, liberal bütçe –neki liberal bütçe denilmeye, biraz sonra açacağız liberal sosyal devlet Almanca deyimiyle “so wie so” – zaten- oluşur.
Liberal sistemin orta yerinde Liberal Kurumlar yer almaktadır. Liberal sistemin işleyebilmesi için Liberal bireylerce, sosyal anlamda sivil toplum örgütlerinin, ekonomik anlamda piyasa ekonomisi kurumlarının, politik anlamda siyasi partilerin kurulması, geliştirilmesi gerekmektedir.
Bu kurumlar; Liberal bireylerin enerjilerinin, sinerjik boyuta çıkarılmasını sağlayan önemli varlıklardır. Varlıklardır diyorum, çünkü kendi kişilik ve kimlikleri olan canlı sistemlerdir. Liberal Kurumlar varlıkları için gereken enerjiyi Liberal bireylerden alırlar. Liberal bireyleriniz yoksa, Liberal kurumlarınız da yoktur.
Peki; Liberal Devlet Nasıl Oluşur?
Liberal Devlet, Liberal bireylerin ve kurumların var olduğu ortamlarda, onların isteğiyle oluşur, sahipliği ve denetimiyle yaşar. Giderek; bireyi güçlendiren devlet, devleti güçlendiren birey kültürü doğar. Bunlar çayla, şeker gibi birbirinin içinde erir, yeni bir kimyada “ kamu lezzeti” oluşur. Bireyler, kurumlar, devlet hem birbirleriyle, hem kendilerini oluşturan alt unsurlarla kopuksuz bir biçimde bağlanarak yeni bir sistem, yeni bir organizma oluştururlar.
Kamu; beraber yaşama düzeni, yeni bir organizmadır. Hücre, organ, insan ilişkisi gibi. İnsan; hücrelerin birbirleriyle ve organlarıyla; organların organlarla ve onların hücreleriyle; sonsuz sayıda akımsal bağlantı ve hiyerarşisiz birliktelik ilişki kurmasıyla oluşan bir sistemdir. Ne hücrelerin birbirlerine önceliği sonralığı vardır; ne organların önemliliği önemsizliği vardır. Öncelik ve önem; beraber yaşama ve sinerjik bir sistem olmaktır.
Liberal birey, liberal kurumlar ve liberal devlet birlikte; işte böyle bir beraber yaşama düzeni ve bir organizma oluştururlar.
Liberal düzenin yok edicisi; kendine önem vermeyen ve kendini korumayan; tembel ve arayışsız, başkalarıyla bağlantısı ve ortak çözüm buluşması olmayan bireylerdir.
Tersine; sosyal alanda özgürlükçü, toplumsal örgütlerle ilişkili, sosyal devletten yana; ekonomik alanda girişimci, piyasa ortamının koruyucusu; vergisine ve liberal devlet bütçesine katkılı; siyasal anlamda katılıcı, siyasi partilerle ilgili; parlamentosunu izleyen bireyler liberal sistemin teminatıdır.
Liberal sisteme, çevrimin bir başka noktasından, yani devlet tarafından yaklaşıldığında; devlet bireyleri ve kurumları kendi varlık sebebi olarak kavramalı, bireysel ve kurumsal özgürlüklere girişimciliğe ve piyasa kurallarına, siyasi katılıma ve partilere – beraber yaşama anayasası çerçevesinde sahip çıkmalıdır.
Hukuku objektif ve hızlı, bütçesi denk, harcamaları hızlı ve verimli yeni hukuk ihtiyaçları yerel ve evrensel doğru değerleri hızlı karşılayan kısaca parlamentosu doğru ve verimli çalışan bir devlet liberal devlettir. Liberal devletin konumuzu ilgilendiren özelliklerini daha sonra yine ele alacağız.
Gerek birey bazında, gerek kurumlar, gerek devlet bazında liberal davranışların kesiksiz bir bütün halinde bulunması esastır. Yoksa; liberal sistem oluşmaz ve işlemez.
Liberal sistemin ekonomik kesitinin; girişimci bireyin, piyasa ekonomisinin ve liberal devletin oluşum sürecinde bir yol arkadaşı var. Onun adı REKABET.
Piyasa ekonomisinin geçirdiği süreçlerle, rekabetin geçirdiği süreçler birbirini izlemektedir.
Bu salonda bulunan Rekabet Kurumu mensuplarının çok yakından bildiği süreçlerden ben iki noktayı dikkatlere getirmek istiyorum.
Liberal filozofi ve pragma; ikinci dünya harbi esnasında Amerika’dan Avrupa’ya doğru askeri destekli bir ihraca konu olmuştur. İkinci büyük harpten sonra; Alman Anayasası, İtalyan Anayasası hatta Japon Anayasası Amerikan Anayasası kuvvetleri nezaretinde şekillenmiştir.
Bu anayasal şekillendirme esnasında bu ülkelerin ekonomileri de Amerikan dokulu piyasa ekonomisinden nasiplenmişlerdir. Amerikan piyasa kurum ve kuralları bu ülkelerde yerleşmeye başlamıştır.
Rekabet kurum ve kuralları da bu zorunlu ihracat içinde yer almıştır. A.B.D.’de Sherman yasalarıyla başlayan Rekabet kural ve kurumları da Avrupa’ya ayak basmış, daha sonra, ülkelerin kendi pratikleriyle gelişmiştir. Nihayet Avrupa Topluluğunun üye ülkelerinin ilişkilerini düzenlemede Rekabet, dayatmaç yerini korumuştur.
Sonuç olarak; dünyada piyasa ekonomisi süreçleriyle, rekabet hukuku ve uygulamaları birbirini izlemiştir. Bazen, istekli örnek almalarla, bazen dayatmalarla, zorunlu ihraçlarla bu süreç devam etmektedir.
Günümüzde, liberal düşüncenin piyasa ekonomisi, Neoliberalizm adıyla ihraç edilmektedir.
Neoliberalizm günümüzde tersi düşünülemez, olmazsa olmaz bir paradigmadır. Ayrıntıları bile tartışılamaz, yerel sentezler bile yapılamaz bir “tabu”dur Neoliberalizm…
Dört temel önermesi var Neoliberalizmin,
Hedefsel olarak, soyut olarak bu önermelere katılmakta bir sakınca yok.
Sakınca; bu hedeflere; liberal altyapı oluşturulmadan ulaşılmaya çalışılmasında…
Daha önce arz etmeye çalıştım. Liberal felsefenin kişilerde, kurumlarda ve en önemlisi devlette yerleşmesi, en önemli altyapıdır.
Bu altyapının oluşturulmaya başlanması, bulunduğumuz zaman ve yere göre sentezlenmesi ve dönüşüm stratejileri geliştirilmesi ve bunların yönetimiyle piyasa oluşturulması en sağlıklı yoldur.
Genellenmiş hedefleri apar topar uygulamaya kalkmak, kriz ve kaos doğuracak; kriz ve kaosu daha dayatmacı yöntemlerle aşmaya çalışmak, değil liberal beraber yaşamayı hiçbir beraberliğe imkan vermeyecektir.
İşte; ikinci dünya savaşından beri, belli zorlamalarla ihraç edilmeye çalışılan liberal sistem, bugün Neoliberalizm adı altında; kendi altyapısını kuramamış, kavram ve sistemlerini oluşturamamış korunmasızlara ihraç edilmeye, servis edilmeye çalışılıyor.
Uzak Asya’dan Güney Amerika’ya uzanan bu ihraç sürecinde, ülkemizde önemli bir alıcı haline dönüşmüştür.
Doğrusu bu ya; bu hazır alıcılık bana hüzün veriyor. Oysa; kendi altyapısını oluşturmuş kendi sentez gücüyle bir sistem oluşturmuş, genel geçerli kuralları reddetmeden dünyayla köprü kurabilmiş bir liberal devlete sahip olmayı, liberal bir toplumun liberal bireyi olmayı ne çok isterdim.
Ancak; buna, bugün de geç değil. İhtiyaç sürüyorsa, başlangıç için gün bugündür.
Bence işe piyasa ekonomisi kavramlarından başlamalı. Önce, piyasanın faktör piyasaları ve ürün piyasaları boyutlarını ele almak, iki farklı piyasayı ayrıştırmak, piyasa anlayışımızı geliştirmek ve netleştirmek gerekmektedir.
Esasen; piyasa kavramları ve hukuku netleşmez ise sizin faaliyet konunuz olan “Rekabet” kavramı da sağlam bir zemine oturmaz.
Piyasa ekonomisi genel olarak; arz ve talep mekanizmalarıyla çalışan, büyüklüğü GSMH ile ölçülen, bir sistem olarak anlaşılır. Ancak piyasanın; dokusal özellikleri irdelenmez, ayrıntılar incelenmez ve hukuki normlara dökülmez, kurumları oluşturulmazsa piyasalar işlemez ve kendilerinden beklenen işlevleri yerine getiremez. Şimdi öncelikle piyasanın iki dokusunu ele alalım, Faktör piyasalarını ve Ürün piyasalarını inceleyelim.
Piyasa dokusunu çok iyi bilmeyenler veya piyasa ezbercileri piyasayı tek dokulu zannederler, Faktör ve Ürün piyasalarını ayırmazlar… Ve çok yanılırlar. Piyasa ekonomilerinde; iki ayrı piyasa iç içe çalışır.
Faktör piyasaları; emek sermaye, doğal kaynaklar ve müteşebbis gibi temel ekonomik faktörlerin üretilmelerini sağlayan piyasalardır. Ürün piyasaları ise; ara malı ve nihai mal üreten faktör piyasalarının sunduğu faktörleri kullanan piyasalardır. Ürün piyasaları kurallı rekabetle çalışırlar. Eğer faktör piyasalarını iyi düzenleyemezseniz ürün piyasaları işlemez.
Ürün piyasaları; ulusal fiyat rekabetini değil, uluslar arası fiyat ve kaliteyi baz alırlar. Bu piyasalar kamusal nitelik taşırlar. O yüzden bütün ulusal ekonomiler; ekonomilerini alın tahtasına;
“Faktör fiyatları minimizasyonu,
Faktör kaliteleri maksimizasyonu”
Temel hedef olarak yazarlar ve faktör piyasalarını düzenler.
Çünkü eğer bir piyasanın ucuz ve kaliteli faktörleri yoksa; ucuz ve kaliteli ürünleri olamaz. Ekonomilerin uluslar arası rekabet gücü oluşamaz. Faktörlerde maliyet ve fiyat minimizasyonu ve kalite; klasik nihai ürün piyasalarındaki rekabetle sağlanmaz. Uzun vadeli milli programlarla ve stratejilerle sağlanır.
Örneğin; emek piyasası rekabetle değil; temel kültür, milli eğitim, istihdam stratejileri ve insani hukukla oluşur ve öyle çalışır. Klasik rekabetle; kaliteli ve verimli emeğe ulaşılamaz.
Yine; sermaye faktörünün oluştuğu mali piyasaları; özkaynak ve kredi piyasalarına dönüp baktığımızda aynı gerçekleri görürüz. Mali piyasalardaki borç verebilir fonları kamusal faktör saymayanlar onu ürün zannederler, rekabetle kuralsız sınırsız faiz belirlemeye çalışırlar.
Baştan söylemiştim; bazen “atak” değerlendirmeler yapabilirim diye işte onlardan biri… Bizim ülkemizde son yıllarda, ürünle faktörü ayıramayanlar, serbest piyasa goy goylarıyla para piyasalarını altüst ettiler. Merkez Bankası kimliğini ve politikalarını karmakarışık ettiler, bankacılık sistemini altüst ettiler. Bankacılığı, bankerliğe dönüştürdüler ve Devleti; istediği gibi faiz belirleyebilir hale getirdiler. Bütün bu sonuçlarda; milli tasarrufları ve borç verilebilir fonları ürün zannetme kavramsal yanlışlığı vardır…
Oysa; bütün piyasa kavramları oturmuş ekonomilerde rekabetle faiz belirlenmiyor. Avrupa Birliği Merkez Bankası da, FED’de faizi belirliyor –özellikle kısa vadeli faizleri- arz edici bankalara ve talep edicilere yol gösteriyor.
Çünkü “borç verilebilir fonlar”, her ürünü ilgilendirir, bunları elde eden herkes istediği gibi alıp, satamaz; istediği fiyatı koyamaz; talep çok diye istediği fiyatı koyamaz. Bunlar kamusal mallardır; devleti değil, bireyi değil, ortak düzenin ortak yararını “kamu”yu ilgilendirirler.
Doğal kaynak piyasaları ve temel girdi piyasaları da, her ürünü, her üreticiyi, her tüketiciyi ilgilendiriyorlar; nihai mal maliyetine kaçınılmaz olarak giriyorlarsa; bunlar da kamusal mal olarak ele alınmalı; faktör piyasaları kurallarına göre düzenlenmelidir. Bu konudaki kurallara ve rekabet anlayış ve yaklaşımına daha sonra geri döneceğiz. Konu başlığımız “Faktör Piyasalarında Rekabet” konusunu sonuca doğru ele alacağız.
Bu arada; bugünkü piyasa ekonomisi anlayışımızın oluşması sürecinde, özellikle piyasa anlayışına yasal form arayışı esnasında 1980’li yıllarda yaşadıklarımı sizinle paylaşmak istiyorum…
Bendeniz 1980 Kurucu Meclisinin Danışma Meclisi kanadında üyeydim. Bütçe komisyonu yönetiyorduk. O yıllarda; Anayasanın yanısıra pek çok yasal temel atılmıştır. Bankacılık Yasası, SPK Yasası, daha sonra yasalaşan KDV, rekabet hukuku vs. gibi temel yasal düzenlemeler o günlerde ele alınmıştır.
Bizde bir grup arkadaşla, piyasa ekonomisine sistematik bir yaklaşımda bulunmak, parça, bölük yaklaşımları bütünleştirmek istiyorduk.
Temel yaklaşımımız; 1960 Anayasasının “ Karma Ekonomi” yaklaşımının yanlış olduğu, iktisat literatüründe Karma Ekonomi diye bir sistem olmadığını bunun Piyasa Ekonomisi düzenlemeleriyle yer değiştirmesi biçimindeydi.
Diyorduk ki; Anayasalar orta vadeli belgelerdir. Ekonomik sistem de içermelidirler. Karma Ekonomi bir sistem tanımı değildir. Piyasa ekonomisi tanımını Anayasa’ ya yerleştirelim.
Anayasa’ da ekonomik düzen tanımlansın. Ekonomik düzenlemeler, Anayasa’ nın orasında burasında yer almasın. Ekonomik ve Mali hükümler diye yeni bir bölüm açalım, ekonomik sisteme ilişkin düzenlemeler orada bir bütün halinde toplansın.
Piyasa ekonomisini de şu çerçevede tanımlayalım;
Bütün bunları; “Ekonomik ve Mali Hükümler” başlığı altında 7 madde de toplayarak önerdik.
Sonuçta; ya biz iyi ifade edemedik, ya anlaşılamadık;
Sonuç olarak; bizim piyasa ekonomisi sistemimiz tam bir Anayasal dayanaktan yoksun biçimde oluşturulmaya çalışıldı. Geçmiş, yirmi yılda bu eksiklik; gerek kurumsal oluşumlarda, gerek kamuoyunun değer yargılarında büyük boşluklar, yaralar açmıştır. Bugünkü; kavram ve uygulama kaosu doğmuştur.
Piyasalaşma tamamlanamamıştır. Çünkü kavram ve sistem yaklaşımı yoksa kurumsallaşma yoktur. Ne birey, ne kurumlar, ne devlet ne yapacağını bilemez.
Nitekim öyle de oldu; herkes kendi anladığını, piyasa diye savundu.
piyasa zannetti.
İşte bu güne geldik. Sonuç ortada… Dağıtmadan; bu dağınıklığı biraz daha açalım. Mesela; Özelleştirme ve Devlet-Piyasa ilişkileri kavramlarını bu bağlamda irdeleyelim.
Özelleştirme; üretimde, devlet mülkiyetinin bireysel veya toplumsal mülkiyete dönüştürülmesidir.
Devletin; üretimde kalması bireyle rekabet etmesi, girişimcilikte haksız rekabettir. Devlet üretim mülkiyetini bireylerine yükler. Bunu yaparken de; doğru bir piyasa sistemi kurar.
Önce; faktör piyasaları düzenler; girişimci temel faktörlerle dünya fiyatları ve kalitesinde kavuşur. Alır bunları; yaratıcı, iyi yönetici, iyi satıcı niteliklerini ekler. Pahalı ve kalitesiz temel faktörlerle; ne devlet işletmesi, ne özel girişimci baş edebilir.
Sonra; devlet, bireysel tekelleşmeye değil, toplumsal üretim mülkiyetine dayalı özelleştirmeyi hedefler.
Bu bozuk faktörlerle; daha çıplak deyişle; dünyanın 5-6 katı reel faizlerle, dünyanın 3 katı enerji fiyatıyla işletilmeye çalışılan piyasada özelleştirme olmaz.
Özelleştirme de çözüm zannedilerek topluma vakit kaybettirilir, kaynak kaybettirilir.
Ülkemizde; piyasa kavram, norm ve kurumlarının oluşturulmamasının en önemli sonucu devlet – piyasa ilişkilerinde ortaya çıkmış, kendini piyasanın içinde değil, üstünde gören devlet yarım yamalak işleyen piyasamızı yıkmıştır.
Devlet; faktör piyasalarını düzenler, ürün piyasalarını denetler, oluşan katma değerden yani GSMH’ dan vergi ve benzeri düzenlemelerle pay alır. Kendisi oyunun tarafı değildir. Örneğin istediği fiyatlarla para piyasalarına girip, fon toplayamaz. Toplarsa böyle olur; minimize etmesi gereken faizi bozar; toplarsa piyasa üreticilerine gerekli fonları alır, onları verimsizliğe sevk eder, piyasa kurumlarını da fonsuz bırakır, kurutur.
Devlet; mülkiyeti ve yönetimindeki bankalara bedelini vermeden “görev veremez” verirse onlara piyasayı bozdurur.
Devlet vergiyi bile piyasasından; kaynakları daha iyi dağıtma gerekçesiyle alır. Vergi piyasayı bozmamalı, piyasanın ve toplumun geleceğini koruma gerekçesiyle alınmalı… kamusal verimlilik, bireysel verimliliğin mutlaka üstünde olmalı. Bireysel verimlilik enerjikse; kamusal verimlilik Sinerjik olmalı… sinerji, enerjiden büyüktür çünkü…
Buraya kadar liberal sistemi ve onun gelişimini, kesitlerini, alt düzenlerini; piyasa ekonomisini, faktör piyasalarını, ürün piyasalarını devlet – piyasa ilişkilerin vulgarize ederek arz etmeye çalıştım. Arada da rekabetin liberal sistemle beraber evrildiğini, geliştiği ülkelerden birlikte servis ve ihraç edildiğini ifade ettim.
Demeye çalıştım ki; bu altyapıyı konuşmadan rekabeti ve faktör piyasalarında rekabeti konuşmalıyız. Şimdi rekabete daha yakın bakmaya çalışacağım, önce ülkemizdeki mevcut rekabet pratiğimizi –bağışlarsanız siz uzmanlara, siz yetkililere karşı cüret ederek- konuşmaya çalışacağım.
Evet, rekabetin neresinde duruyoruz… Yirmi yıldır piyasa, piyasa diyen, son 4 yıldır Rekabet Yasası sahibi bir ülke olarak rekabetin neresinde duruyoruz.
Öncelikle diyorum ki; piyasa tanımları netleşmeden rekabetin işi zordur, o zorlukları yaşıyoruz. Bu yüzden bu işin bilimsel uzmanları ve yasal sorumluları olarak siz Rekabet Kurumu mensupları piyasa ekonomimizin netleşmesine, kavramsal, hukuksal ve kurumsal olarak netleşmesine lütfen ön ayak olunuz, bu probleme sahip çıkınız. Çünkü bu işi en çok siz, düşünüyor, tartışıyorsunuz. Piyasanın sağlıklı kurulmasına ilişkin bilgi ve ilgi sizlerde zaten var.
Bu toplantıları ve sonrasında yaptığımız yayınlarla bu işi zaten yapıyorsunuz. Ama daha sonuca götürücü çalışmaları, örneğin yasal çalışmaları öne alın, önermelerde bulunun.
Bana göre; mevcut teşebbüsler arası ilişkileri içeren rekabet uygulamalarının ötesinde bir şeyler var bizim ülkemizde. Rekabet bozucu temel şeyler var. Teşebbüslerarası rekabet düzenleme ve denetlemelerinden önce onları konuşalım.
Bana göre; devletin piyasa bozucu davranışları, sizin görevlisi olduğunuz rekabetin korunmasına doğrudan zarar veriyor.
Sizin kanununuzdaki teşebbüs tanımını aynen okuyorum. Kanununuz; teşebbüs için “piyasada mal ve hizmet üreten, pazarlayan satan gerçek ve tüzel kişilerle; bağımsız karar verebilen ve ekonomik bakımdan bir bütün teşkil eden birimler” diyor.
Biraz önce verilen arada, Sayın Bakanınıza; değerli dostum Müftüoğlu’ na sordum. “bağımsız karar verebilen ve ekonomik bakımdan bir bütün teşkil eden birim” ne demek diye…
Acaba bu “devlet” olabilir mi? Bunların rekabet bozucu davranışları, piyasayı berhava edici tek taraflı faiz ilanları görev alanınıza girebilir mi? Biraz gülümseyerek söylüyorum tabii, teşebbüs tanımına “devleti” de sokma önermeme…
Ancak; piyasayı bozan devletin kendisi. Buna bir çare lazım. Bir diğer konu; bugün, rekabetin ana unsurları firmaların, sizin deyiminizle “teşebbüslerin” içine düştüğü acıklı durum.
Teşebbüslere, mal ve hizmet üretimine dayalı reel piyasa ortadan kalkmış spekülasyon piyasa ortamını yok etmiş, “teşebbüs” leri yani sizin, rekabetçilerin ana uğraş birimlerini yok etmiş… Bu firmalar yoksa, rekabet zaten yok. Sizin işiniz Rekabeti düzenlemenin varlık sebebi bu firmalar…
Saha yok olmuş, oyuncular ölmüş, Merkez Hakem Komitesi ne yapar. Ne iş yapar?
Bu yüzden; lütfen teşebbüslerinize sahip çıkın, onları yaşatacak ortamın yani piyasanın sağlıklı biçimde kurulması gayretlerini birincil ilgi alanı haline getirin.
Evet, konu başlığımıza geri dönersek; kısa ve kestirme önermelerde bulunalım. Çünkü çok geniş bir tur attık. Dilimizin döndüğü, aklımızın erdiğince rekabetin etrafında döndük durduk.
Faktör piyasaları düzenlemelerinde ve uygun koşulların oluşturulmasında birinci iş; düzenleyicinin düzenlenmesidir.
Faktör piyasaları düzenlenmeden, ürün piyasaları düzenlenemez. Ürün piyasalarının unsurları “teşebbüs”ler yaşayamaz. O halde; faktör piyasalarını düzenleyecek devletin öncelikle “Liberal Devlet” formuna ve sorumluluğuna kavuşturulması gerekmektedir. Liberal Devlet piyasa bozmaz. Örneğin tek taraflı faizlerle piyasaya girmez. Liberal devlet için gerekli anayasal ve yasal önermeler bir başka konuşmanın konusu kuşkusuz.
Önce şunu söyleyeyim. Bir ekonominin faktör piyasaları genellikle yerel rekabetle değil, uluslararası ölçüt ve hedeflerle düzenlenir. Faktör piyasalarının; ürün piyasalarındaki rekabeti güçlendirecek, onlara faktörleri minimum fiyatla ve maksimum kaliteyle ulaştıracak ve bu yolla; ürün rekabetinin yolunu açacak, biçimde düzenlenmesi gerekmektedir. Temel düşüncemiz; faktör piyasalarının kamusal olduğu ve uluslararası ölçütlerle düzenlenmesi gerektiğidir.
Şimdi konu somutlaşsın diye temel faktörlerin bazıları üzerinde düşüncelerimizi söyleyelim. Tabii bu piyasaları ayrıntıları ile burada konuşmak mümkün değil. Sadece bazı somutlamalar yapalım. Konu biraz açıklığa kavuşsun.
Emek piyasamız; üretim sorumluluğu, bilinci ve tutkusu olan kültür ve eğitim sistemine oturmalıdır. Burada rekabet; bireylerin vasıf dokularını geliştirme konusunda birbirleri arasındaki rekabettir. Emek arzı; meslek modifikasyonları netleştirilerek ve zamanın ihtiyaçlarına göre geliştirilerek düzenlenmelidir. Emek talebi; ancak böyle bir zeminde gelişebilir.
Ücretin üzerinde; kamusal verimsizlik bindirmeleri, faaliyeti içermeyen gereksiz yasal mali yükümlülükler olmamalıdır.
Sermaye faktörünü veren Mali Piyasalarımıza dönüp bakalım.
Teşebbüslerin özkaynak ihtiyaçlarını veren borsalar; rahat girilebilen sadece sermaye verenin değil, alanın da korunduğu bir yaklaşımla düzenlenmelidir. Enstrümanları çeşitlenmeli spekülatif oyun alanı olmaktan çıkarılmalıdır.
Mali piyasalarımızın ödünç veren tarafı; yani bankacılık sistemi yeniden düzenlenmelidir. Bankacılık, mülkiyet olarak toplumsal, fonksiyon olarak kamusal bir sistemdir. Devletin bankası olmadığı gibi kişilerin de bankası olmaz. Kişisel para kurumunun adı “banker”dir. Ülkemizde bankacılık adı altında bankerlik yapılmaktadır. Merkez Bankası’nın rolü yeniden tanımlanmalı, faizi minimize eden vade yaratan Merkez Bankacılığı anlayışı yerleştirilmelidir.
Doğal kaynak piyasalarımızın yeniden düzenlenmesinde en önemli unsur, temel faktör olan topraktır. Toprak; özellikle kentsel topraklar; gelir bölüşümünü bozan, ekonomide kaynakların yönünü üretimden spekülasyona doğru çeviren bir rant kaynağına dönüşmüştür. Toprak, spekülasyon aracı olmaktan çıkarılmalıdır.
Müteşebbis; “başkalarından farklılaşan zengin”anlayışında olmamalı, kamusal misyonu olan bir üretim görevlisi anlayışına doğru değişmelidir…
Temel girdilerden enerjinin üretim ve dağıtım sistemi “dünya seviyelerinde enerji maliyeti” hedefi ile yeniden yapılanmalıdır.
Görülüyor ki; faktör piyasaları bir ekonominin ve piyasanın belkemiğidir. Faktör piyasalarını düzenleyemeyen; ürün piyasalarını düzenleyemez. Verimsiz çalışan ve pahalı ve kalitesiz faktör üreten; faktör piyasaları ürün piyasalarını yok eder, teşebbüslerin yerel uluslar arası rekabeti de kendiliğinden yok olur. Rekabet adına konuşulacak bir şey kalmaz.
Hepinize saygılar sunuyorum.