SUYUN; DOĞRU ALGILANMASI, EKONOMİSİ VE EKOLOJİSİ

Su canlıdır.
Yaşamı var eden bir canlıdır.
Su, kullanıp atılacak bir ‘’şey değil, beraber yaşanılacak bir ortak’’dır.
Bu gerçek; tüm insanlığın bilincine kazınmalıdır.
Ancak, ancak bu bilinç; yaşamın sürdürülebilirliğini sağlar.
Dr. Çakmaklı; su ve su ekolojisi konusundaki temel görüşlerini aşağıdaki röportajda detaylandırıyor.

SUYUN; DOĞRU ALGILANMASI, EKONOMİSİ VE EKOLOJİSİ
– Mevcut su krizinin başlıca nedenleri neler? Küresel ısınma mı, kaynakların kötü kullanımı mı, neler?
– Bir sonucun, bir ya da birkaç nedeni olmaz. Sayılabilenden, sıralanandan daha çok sebep vardır kural olarak. Su krizinin de yukarıda söylediklerinizden daha çok ve daha ötede nedenleri var. Ancak; kök sebebin ‘’suyun doğru algılanması’’ olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz.
– Ne demek ‘’suyun doğru algılanması?’’
‘’Su’’ kadar içinde olduğumuz ve bizim içimizde olan ve hakkında bu kadar az şey bildiğimiz ve de yanlış algıladığımız hiçbir ‘’olgu’’ yoktur.
Uzatmadan, kapaktan söyleyelim ki; ‘’su canlıdır’’ … Hareket edebilen, biçim değiştirebilen, enerjisi olan ve kendisi de enerji olan, kendisini sürdürebilen bir ‘’olgu’’dur.
– Onu bir ‘’şey’’, bir ‘’nesne’’ olarak algılamak; temel yanlıştır. O bir ‘’şey’’ değil, bir ‘’süreç’’tir.
Bu süreç birçok sürecin temelidir. Bugünkü bilim, yaşamın ortaya çıkışını; güneş ışığının ya da güneş enerjisinin etkisiyle; sudan hidrojenin ayrılmasına yani ‘’su tabanlı fotosenteze’’ bağlıyor.
İşte; yaşamı var eden bir sürece; bir ‘’şey’’ bir ‘’nesne’’ gibi bakmak; yani bu temel algı yanlışı; su krizinin kök sebebidir.
Bu yanlış algılama giderek; onu yanlış ve kötü kullanmaya varıyor.
İnsan merkezli –antroposentrik- paradigmalarımız; diğer canlılara, bitkilere ve hayvanlara yaptığı yanlışı; yani onları yaşam ortağı, yaşamsal süreçlerin bir bölümü gibi görmeyip, bir ‘’şey’’ bir ‘’nesne’’ gibi görme yanlışını ‘’suya’’ da yapmaktadır.
Bu yanlış bakış, ‘’su’’ canlısına zarar vermez; insan canlısına zarar verir. Yaşamda bir uç süreç olan insan canlısı, temel süreç olan ‘’su’’ canlısından önce yok olur.
Bu yüzden; su krizlerini çözmeye onu doğru algılayarak; onu yaşamdaki temeline oturtarak başlamalıyız.
–Peki, bu ‘’canlı’’ nasıl dolaşıyor gezegende, miktarı ne, nerelerde?
Su yeryüzünde; yerin altında, üstünde, yani atmosferde dolaşıp duruyor. Biz buna ‘’Su Döngüsü’’ diyoruz. Bu döngüyü, -her şeyi olduğu gibi- güneş enerjisi harekete geçiriyor. Güneş; okyanusları ısıtıyor, buharlaşıyor, hava akımları su buharını atmosferin soğuk üst katmanlarına yükseltiyor, soğuk onu yoğunlaştırıp yağışlaştırıyor. Döngü sürüp gidiyor.
Dönüp duran ‘’Su’’, 1 Milyar 400 Milyon Kilometreküp olarak hesap ediliyor.
Bu miktarın; %97’ si tuzlu, %3’ü bu konuşmada krizinden söz ettiğimiz tatlı sudur.
Çevrimdeki miktarı yaklaşık 15 Milyon Kilometreküp olan tatlı suyun; %31,5 ‘u yeraltında, % 68’i buzul ve sadece % 0,5 yani yüzde yarımı yüzey suyudur yaklaşık olarak. Yüzey suyunun da % 87’ si göllerde, % 11’i bataklıklarda ve sadece % 2’si nehirlerdedir.
Görüyorsunuz; döngüdeki suyun sadece % 3’ü tatlı sudur. Bu % 3 ‘ün; yani % 70 yani yaklaşık 10 Milyon Kilometreküpü buzul, 4,5 Milyon km3 yeraltında olduğuna göre yaklaşık 0,5 Milyon km3 atmosferde, nehirlerde, göllerde, bataklıklardaki sudur. Biz su krizi derken; bu 0,5 Milyon km3 su ile ilgili bir krizden bahsediyoruz aslında.
Yağmur duasına çıkarak; baraj yaparak, kuyu açarak, yeryüzüne sızanları ambalajlayarak kullanabileceğimiz su, bu 0,5 Milyon km3 miktarın erişilebilir ya da kullanılabilir kısmıdır. Bu da toplam tatlı suyun binde üçü gibi çok çok az bir kısmıdır.
Sonuç olarak; önemli olan diğer temel husus su döngüsü ve tatlı su dengesi iyi kavranmalı, hiçbir şekilde bozulmamalıdır.
– Yani suyu doğru algılarsak ve döngüsünü kavrarsak sorun çözülüyor mu?
Hayır, sorunun çözümüne doğru bir başlangıç yapıyoruz sadece… Bundan sonra; tatlı suyun yeryüzündeki dağılımına ve ona erişimine bakmak lazım geliyor.
Tatlı su; genel olarak yağış oranına bağlı olarak ve maalesef dengesiz biçimde yeryüzüne dağılıyor.
Tatlı su, en çok; Kuzey Asya, Güney Amerika’da ve Kuzey Amerika’da, en az; Avrupa, Orta Asya ve Avusturalya’da en düşük ise 2000 m3/yıl ile Asya’dadır.
Yani; en az suyu olan kıtada kişi başı kullanım en yüksek, en çok suyu olan kıtada kişi başı kullanım en düşüktür.
Bu çelişki; suya erişimin ve onun dağıtımının bir yatırım ve teknoloji gerektirmesi yüzünden ortaya çıkmaktadır.
Bugün kişi başına ortalama günlük su tüketimi standardı 150 litre kabul edilmektedir.
Gelişmiş denilen ülkelerde bu ölçü; 250 litre/gün, ülkemizde ise ortalama 110 litre/gün olarak ortaya çıkmaktadır.
Özetlersek; su krizinin temelinde,
- Suyun doğru algılanmaması gibi köklü bir neden,
- Küresel ısınma, iklimlerin değişmesi, yağışların azalması ve su döngüsünün bozulması gibi doğal sebepler
- Nüfus artışı gibi çok çok önemli bir demografik neden ve
- Yerleşme deseninin bozulması, nüfusun şehirlerde yoğunlaşması ve doğal bir canlı sistem olan su sisteminin havzadan havzaya nakli,
- Kirlenme yoluyla su kimyasının bozulması,
- Tarımsal verim artışı için aşırı sulama ve aküferlerin boşaltılması,
- Kişilerin su talebinin artması,
- Sanayide su kullanımın artması ve proseslerde suyun kirletilmesi,
- Kentsel su dağıtımındaki kayıplar gibi pek çok neden tespit edebiliriz.
Tüm bu nedenler; ülkeler ve insanlar için miktar yetersizlikleri, erişim ve dağıtım bozuklukları doğurmakta; ülkelerle ülkeler, yönetimlerle kişiler arasındaki kavgaları inanılmaz bir hızla artırmakta ve su krizi küresel bir boyuta doğru yol almaktadır.
Öyle görünüyor ki; önümüzdeki yüzyıl, insanlık bu krizle bir hayli boğuşacaktır.
–Ne gibi somut krizler ön görülüyor?
Deniliyor ki; su; ‘’ 21. yy.’ da, 20. yy.’da ki petrolün’’ yerini alacaktır. BM raporu 21 yy.’ ın ikinci yarısından itibaren özelikle Ortadoğu ve Arap Yarımadasında büyük bir su sıkıntısı çekileceğinin altını çizmektedir. Bu bölgenin 20. yy. petrol savaşlarına sahne olduğu düşünülürse, 21. yy.’ da ise su savaşlarına sahne olacaktır. Şu anda dünya üzerindeki 188 ülkenin 50’ sinde kullanma suyu sorunu olduğu belirtilen raporda, 2005 yılının kuraklık için dönüm noktası olduğu kaydedildi. Rapora göre Türkiye, 2005 yılından itibaren kuraklığın baş göstereceği ülkelerden biri. Su sıkıntısı Türkiye dışında Arap Yarımadası, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da başlayacak. 2025 ise kuraklık ve beraberinde meydana gelecek hastalıklar için en tehlikeli yıl olarak görülüyor. Bu tarihte Arap Yarımadası ile Ortadoğu ise kuraklığı tam olarak hissedecek. Tahminlere göre Suriye ile Irak, bu dönemde susuzluktan kırılacak, tarlalarda ekin yetişmez hale gelecek.
– Bu arada; Türkiye’de durum nedir?
BM raporu, 2025’de 3 tarafı denizlerle çevrili Türkiye’ de de tehlike çanlarının çalacağını anlatıyor. Türkiye, ekonomik olarak su sıkıntısı çekecek ülkeler arasında gösteriliyor. BM Uzmanları, 2040 yılını Türkiye için ‘’kritik bir yıl’’ olarak görüyorlar. Bu, Dicle ve Fırat nehirleri Türkiye’nin can damarı haline gelecek. Ancak; BM bu tarihte bu bölgede sınırı aşan nehirler yüzünden savaşların çıkmasından şüpheleniyor. Irak ve Suriye’nin ‘’hiç düşünmeden’’ Türkiye’ de ki barajlara füze saldırısı düzenleyebileceği de ihtimaller arasında. BM su savaşları ihtimalini ortadan kaldırmak için şimdiden önlem alınmasını istiyor.
– Bir de; suyun özelleştirmesi konusu var. Nedir bu, bir çözüm mü, bir sorun mu?
– Bugünkü ekonomi anlayışı; suyu bir ekonomik sektör ve dünyanın en büyük iş fırsatlarından biri olarak görüyor.
Çok uluslu şirketler bu konuda sürekli bir çaba içindeler. Şimdiden su gelirlerinin 400 Milyar $ ile petrol gelirlerinin %40’ına ulaştığı hesap ediliyor. Dünya Bankası ve bazı kuruluşlar ise raporlarında su pazarı büyüklüğünün önce, 1 trilyon dolara, yakın gelecekte de 3 trilyon dolara ulaşacağını hesap ediyorlar.
Yakından bakıldığında şimdiye kadar yapılan özelleştirmelerde dünya su piyasasının % 70’ini iki büyük Fransız Şirketi Suez ve Vivendi elinde tutuyor. Arkasından Alman RWE./Thames ve Bechtel geliyor. Bu ve benzer Şirketler Dünya’ da yaklaşık 545 Milyon kişiye su arz ediyor. Bugün 56 ülkede özel su hizmeti uygulaması yapılıyor. Ancak küresel ısınma olarak; su arıtma ve dağıtım işlerinin üçte ikisi hala kamusal yönetimlerin elindedir.
Sonuç olarak; pek çok ülkede mülkiyeti devlete ait olan suyun, işletme hakkını özelleştiriyor. İşletme anlaşması, kiralama, imtiyaz verme, yap-işlet-devret gibi yöntemlerle suyun çıkarılması ve/veya barajlaşması, bilahare arıtma ve dağıtımı hızla özelleştiriyor.
Kuzey Amerika ve Kanada da başarılı uygulamalar görülüyor. Kanada ve ABD pazarında suyun % 5’i özel.
– Özelleşmenin arkasında kimler duruyor, gerekçeleri neler?
-Küresel ticareti yönlendiren şirketler, yanlarına Dünya Bankası ve IMF’i alarak, Dünya Ticaret Örgütü’nü kullanarak özelleşmeyi dünya çapında yaygınlaşmaya çalışıyorlar.
Temel gerekçe; suyun ticari bir meta olarak kabulü ve piyasalaşmasıyla, dünya finansal sisteminin; dünyanın her tarafına giderek, insanların suya erişimini engelleyen yatırımsızlığı ortadan kaldıracağıdır. Diğer yandan; özelleşmenin rekabet yoluyla kaliteyi arttıracağı ve özellikte su dağıtımındaki kayıp ve kaçağı önleyeceği öne sürülüyor.
– Bu gerekçelerde bir tutarsızlık var mı?
-Teorik ve teknik olarak yok. Dünyada suyu olan ülke insanlarının, yatırımsızlık sebebiyle suya erişemediği pek çok ülke var. Uluslararası finans, yatırımlarıyla oraya gider ve bunu kısmen çözer. Ancak; o ülkelerde sonuçta; gelire erişemeyen insanlar suya erişemezse daha büyük sorunların ortaya çıkacağı aşikardır. Çünkü su; ikame edilebilir, yerine başka bir şey konulabilir bir ürün değildir. Suyun gelire bağlı bir kullanım olması, insani ve sosyal sorunlar çıkaracaktır.
Bu konunun üzerinde, bu açıdan biraz daha çalışılmalıdır.
– Türkiye’de durum ne?
Ülkemizde kişi başı günlük su tüketimi insani standart olarak öngörülen 150 litre/günün altında görünüyor. Ülkenin tüketilebilir su potansiyeli 112 Milyar m3 hesap ediliyor. Bu şimdilik yeterli… Ancak; önümüzdeki global kuraklık tahminlerden etkileneceği zannedilen Türkiye’nin, su sıkıntısı çekebileceği ve özellikle 2025 yılına doğru, su sıkıntısının had safhaya çıkacağı tahminleri yapılıyor.
Türkiye suyunun % 75’ini sulamaya, % 15 ‘ini içme ve kullanmaya, % 10’unu sanayiye veriyor.
Yılladır dağınık köy yerleşmelerine su yetiştirmeye çalışan merkezi devlet; bozuk ve anormal kentleşmeyle birlikte konunun üretim kısmını DSİ ile üzerine aldı. Şehir içi dağıtımı ise Belediyelere bıraktı.
Belediyelerin su kayıp ve kaçakları çok yüksek oranlarda… Örneğin, su işletmelerinin gelirlerine göre giderlerinin mukayesesinde su kaybının; Ankara’ da %22, İstanbul’da % 35, Diyarbakır’da % 66 olduğunu söyleyebiliriz.
Ortalama olarak Belediyelere dağıtılan suyun % 43’ü kayıp ve kaçağa gidiyor.
Dolayısıyla bu kayıp ve kaçağı önleyecek dağıtım özelleştirmeleri yapılmasında mahzur yok, fayda var.
Bazı belediyelerin (İzmit gibi) baraj inşa ettirip, satın alma garantisi vererek üretim özelleştirmeleri yapmaları endirekt dirençlerle karşılanıyor ama bu arada sorunun çözümü için yer üstü ve yer altı sularının üretim ve arıtımının özelleştirilmesi çabaları da sürüyor.
Özelleştirme bir ekonomik sistem tercihi olduğu için; su özelleştirmesi konusunun da özellikle IMF destekli politikalar sonucu yaygınlaşacağı görülüyor. Bu nedenle de uluslararası şirketlerin Türkiye ile ilgilenmesi bekleniyor. Hükümet ön hazırlıkları yapıyor. Bu konuyu yönlendirecek bir ‘’Su Bakanlığı’’ kurulması gündemde.
-Bu süreçte neler yapılmalı, su ekonomisinin eko sistemimizi bozmaması için ne gibi tedbirler alınmalı?
– Temel görüşlerimi baştan ifade ettim. Önce suyu doğru algılamalı, bilincimize ve kültürümüze suyu doğru olarak yerleştirmeliyiz. Suyun yaşamı var eden bir canlı olduğunu ve bu yüzden doğal su döngülerini bozmamayı temel ilke yapmalıyız kendimize…
Ancak bunların ardından, suyun; sürdürülebilir üretimi; doğru kullanımı, ekonomisi ve hukuku doğru temellere oturtacaktır.
Ancak; hiç geciktirmeden, hassas ve çok değerli eko sistemler olan su sistemleri, Entegre Havza Yönetimleri marifetiyle korunmalıdır. Bu yaklaşımda; havza ana ölçek olarak alınmakta; toprak ve su kullanımı esnasında eko sistem bozulmamaktadır. Entegre Havza Yönetimi Modelinde; toprak, su, ormanlar, biyolojik çeşitlilik ve tüm doğal bağlar gözetilmekte, tüm doğal unsurlar sürdürülebilir şekilde kullanılmaktadır.
Sonuç olarak; su canlıdır, kullanıp atılacak bir ‘’şey’’ değil, beraber yaşanılacak bir ortaktır.
Su krizinin çözümünü, bu gerçeği tüm insanlığın bilincine kazıyarak sağlayabiliriz.
Tüm insanlığın su konusunda ortak bir bilince varmaları zorunlu, çünkü su tüm dünyanın ve onun ortak atmosferinin, ortak ve paylaşılamaz ürünüdür.
İnsanlık bu konuda rekabet değil işbirliği yapmak zorundadır.
Bu işbirliğini kesintisiz sürdürmek zorundadır. Aksi takdirde yaşam sürdürülemeyecektir.
Son söz şu;
Suyu bilmeyen, başka hiçbirşeyi doğru bilemez.
(2007)