Kategori arşivi: Gidenlerin Arkasından

FIRINCIOĞLU’LARIN BAŞI SAĞ OLSUN

Bartın’ın; işine aşık ve çalışkan Belediye Başkanı Hüseyin Fahri Fırıncıoğlu, eşi Hatice Fırıncıoğlu’nu kaybetti.

Cenaze törenine gidemedim.

Ama uzun yıllardır dostluk ettiğim bu aile için içimden geçenleri de paylaşmadan edemedim.

Hüseyin Başkan; gençliğimden beri tanıdığım, bizim oraların deyimiyle ‘’soylu-soplu’’ bir adamdır.

Adam gibi adamdır.

Adamlığı ’’Fırıncıoğlu’’ soyundan ve de babası Davut Fırıncıoğlu’ndan gelir.

Benim can dostum Davut Fırıncıoğlu Bartın’da dört dönem kendisi talep etmeden Belediye Başkanlığı yaptı.

Bartın onu hep istedi, o da halkın isteğini yerine getirdi.

Davut Fırıncıoğlu; Bartınlı doğdu, Bartın’ın doğal lideri oldu ve Bartınlı olarak 1991’de öldü.

Ardından çoluk-çocuk, kadın-erkek bütün Bartınlı ağladı.

Bizim oralarda; Bartın’da, Çaycuma’da, Gökçebey’de, Devrek’te ve de Beycuma’da özel bir sosyoloji, özel bir şive, özel bir folklor, kısaca özel bir halk vardır.

Bu halkın tarihinde ağalık, paşalık yoktur. Halk kendi istediğini ‘’ağa’’ yapar.

Davut Fırıncıoğlu’nu da halk ‘’Davut ağa’’ yaptı. ‘’Ağa’’nın sonundaki ‘’ğ’’ ve ‘’a’’yı yutarak ve kalan tek ”a”yı uzatarak ve o tek a’ya içten bir sevgi ve saygı katarak ve de kendi şivesine uydurarak ona hep ‘’DAVUT’Â’ dedi.

Çoluk çocuk, büyük küçük, Vali, Bakan, Başbakan, kim olursa olsun ona hep sadece ‘’DAVUT’Â’’ dedi.

Daha doğru bir deyişle Bartın halkı; onun insan sevgisini, asaletini, dirayetini, adaletini, cömertliğini  ‘’Ağa’’ yaptı.

Ona olan sevgisini ünvanlaştırdı.

Onu, yaşadığı müddetçe el üstünde tuttu, seçim üstü tuttu.

Kendini onda gördü. Onda kendini lider gördü.

Onun döneminde halkın sevgisi iktidar oldu.

Öte yandan, halktan gördüğü sevgi Davut’a da sorumluluk oldu, kimlik oldu, halka hizmet oldu.

Sağ olduğu yıllarda Bartın’a her gittiğimde onunla birlikte onun hep yaptığı şeyi yaptık. Ekmek fırınında şapşap köftesi yedik. Ayakkabı tamircisinde dibek kahvesi içtik. Çekiciler sokağında ıhlamur, esnafın içinde bir yerlerde Pum-Pum çorbası içtik.

Hep insanlar içinde, esnaf içinde ağırladı beni.

Onunla birlikte Bartın’ın sosyal hayatının tadını da kaybettik.

Şimdi yılda bir mezarına gidebiliyorum. Sohbet ediyorum kendimce.

İşte; bugün eşini kaybeden Bartın’ın Belediye Başkanı Hüseyin Fahri Fırıncıoğlu, böyle bir soydan, böyle bir babadan geliyor.

Gücü; kendisini güçlendirmek için değil, halka hizmet için kullanmayı anlamlı bulan bir soydan geliyor.

Gençliğinden beri tanıyıp, sevdiğim, bizim kuşağın delikanlısı Hüseyin Başkan’ın başı sağ olsun…

Davutâ’nın ruhu şad olsun…

Ama içtenlikle dilerim ki; Türk demokrasisi isteyenin değil, Davut’â gibi istenilenlerin yönettiği bir demokrasi olsun.

Tekrar başımız sağ olsun…

Dr. Cemil Çakmaklı

23.01.2024/ Ankara

DOSTUM OSMAN AROLAT’IN ARDINDAN…

Hacimli laflar vardır hani..
“Alimin ölümü, alemin ölümüdür.”
Ya da, “Düşünürün ölümü düşüncenin ölümüdür.” gibi…
Bu böyle midir bilmem ama, her dostumun ölümüyle benim bir parçam ölüyor, gerçekten eksiliyorum…
Bu yüzden, böyle zamanlarda kendime çok kızıyorum..
Ne vardı bir ömre bu kadar farklı kesimlerden, bu kadar farklı ve değerli dostu niye sığdırdın diye…
Hadi sığdırdın, niye onları bu kadar içselleştirdin, niye “kendin yaptın” diye kendime çok kızıyorum…
Hak ettin sen bu yangını diyorum…
Dostlarını böyle “kendin yaparsan” eğer,

İşte böyle her gidenin ardından çaresizce yanarsın diyorum.

Osman da benim elli yıldır “kendim yaptığım” gerçek dostlarımdan biriydi..
Derindi yüzeydeydi,
verirdi görünmezdi,
yapardı övünmezdi..
İşte bu yüzden ama, ben onun dostluğuyla övünürdüm…
O da benim için, “yumurtlar gıdaklamaz.” derdi..
Bilmem neden, benzerdik birbirimize..

Ya da zamanla benzeşmistik.

O; daha kimseler ortada yokken, kimse Ekonomi mekonomi bilmezken “ekonomi” yazardı..
Giderek ekonomi gazeteciliğinin zirvesine çıktı. DÜNYA GAZETESİNİ onlarca yıl o yönetti.
Herkese yöneticilik değil ABİ’LİK yaptı. Sayısız gazeteci yetiştirdi…
Çünkü, o vermeyi seviyordu…
Biz onunla aynı Fakülteden üçüncü dostumuz Şeref Özgencil’in forumlarında konuştuk, dergilerinde yazdık yıllarca…

Sonra; ATO’da, Asomedya’da, Meclis’de ve geliştirdiğim tüm projelerimde hep yanımdaydı…

Nasıl becerirdi bilmem, hiç görünmeden dostlarının hep yanındaydı Osman..
Konuşur gibi yazar, yazdıklarının peşinden gider, yaşardı yazdıklarını..
Çünkü o bir militandı…
Sadece yazmak kesmezdi onu.. Peşinden giderdi davanın..
Onunla,
Piyasa Ekonomisi yazdık, girişimcilik yazdık..
Birlikte başladığımız “Girişimcilik Konferansları’nı yolda bırakmadı.

Dünya Gazetesi ile tüm Anadolu’ya yaydı..
Yanında, kadim dostları Rüştü, Kenan, Tamer ve diğerleriyle birlikte yıllarca dolaştı Anadoluyu..
Ekonomi anlattı, piyasa ekonomisi anlattı, girişimcilik anlattı…
Türk Ekonomi Basını ve Türk Girisimciliği kendine çok şey borçludur.
Osman öldü, benim de bir parçamı aldı götürdü..
Herkes eder şüphesiz, ama ben kendi adıma ve ekonomi yazanlar ve ekonomik girişimde bulunanlar adına sana binlerce teşekkür ediyorum Osman’ım..
Seni yaşatacağız benim gerçek dostum..
Seni yaşatacağız..
Gözün arkada kalmasın..
O çok sevdiğin ASOS’da rahat uyu..
Sevdiklerimin arkasından hep dediğim gibi..

GÜLE GÜLE DOSTUM…
GÜLE GÜLE KARDEŞİM..
GÜLE, GÜLE..

Dr. Cemil ÇAKMAKLI
30/ Ekim/2023
ANKARA

KEMAL BAYTAŞ GİTTİ,

ANKARA ABİSİNİ KAYBETTİ

Tam doksan beş yıl yaşadı,

Ama birkaç doksan beş yıllık iz bıraktı Kemal Abi…

Her zaman herkesten büyüktü

Herkes, hepimiz abi derdik ona

Bütün Ankara abi derdi.

Ankara’daki siyasetçilerin, bürokratların, yabancı diplomatların, iş adamlarının, üniversite hocalarının, gazetecilerin, sanatçıların, turizmcilerin, garsonların, otoparkçıların, herkesin, hepimizin, tüm Ankara’nın Kemal Abi’siydi.

Hep Atatürkçüydü.

Dost seçmede, Atatürk onun kırmızı çizgisiydi.

Yolu Atatürk’e çıkan herkesin dostuydu.

Yolum yetmişli yıllarda kesişti onunla.

Seksenli yıllarda ben Meclisteyken, o Turizm Müsteşarıydı.

Gerçek dostluğumuz o yıllarda birlikte Turizm Teşvik Kanunu’nu hazırlarken doğdu.

Antalya; bu Kanundan Antalya oldu.

Bodrum, Marmaris ve tüm Güney bu Kanunla doğdu.

Bu yüzden, Türk Turizmi ona çok şey borçlu,

Belki de varlığını borçlu.

Ben de; sevdiğim birçok insanı tanımayı ona borçluyum.

Barlas Küntay’ı, İlhan Evliyaoğlu’nu, Cüneyt Gökçer’i, Mustafa Türkmen’i, Ertan Karasu’yu, Yavuz Donat’ı, Bekir Coşkun’u, daha birçok güzel insanı, mesela bir de Valentina Tereşkova’yı, o uzaya çıkan ilk kadın kozmolotu tanımayı da ona borçluyum.

Devlet Halk Dansları topluluğunu o kurdu.

Onları beş kıtada otuz yedi ülkede dans ettirdi, Türkiye’yi tanıttı.

Kendi isteğiyle 1982’de Turizm Müsteşarlığı’ndan ayrıldı.

Ama köşesine çekilmedi.

Türkiye’yi tanıtma vitesini büyüttü.

Türk Tanıtma Vakfı’nı ve yanı sıra Türk-Rus Dostluk Derneği’ni, Çin-Türk Dostluk Derneği’ni kurdu.

Bu ülkelerle ve bütün Dünya ile Türkiye köprüleri kurdu.

Bütün bu milli gayretlerinde hep yanında oldum Kemal Abi’nin.

Onunla Çin’e, Rusya’ya, Tataristan’a, Macaristan’a, daha bir sürü ülkeye birlikte gittik.

Türkiye’yi tanıtmaya çalıştık.

Uzunca bir ömür sürdü Kemal Abi.

Doksan beş yaşında dün öldü.

Ama en az üç ömür kadar çalıştı Türkiye’yi tanıtmak için.

O bir tanıtma militanıydı.

Sadece düşünmez, gider yapardı.

O Türkiye için gerçekten ‘’üstün bir vatandaş’’ , Dünya insanlığı için bir ‘’yaşamdaş’’dı.

Arkasında bıraktığı boşluğu doldurmak hiçte kolay olmayacak.

Şu anda Türk Tanıtma Vakfı’nı fedakarca yöneten Şükrü Koçoğlu, Ceyhan Baytur ve Esen Kale ve diğer arkadaşlara Allah kolaylık versin.

İşleri çok zor.

Kemal abi, bir sevgi insanıydı.

Arkasında bir ‘’Sevgi Tarikatı (!)’’ bıraktı…

Ama gitti, arkasındaki binlerce ‘’BAYTAŞ-İ’’yi öksüz bıraktı.

Kemal Abi, sevmeyi bilir, sevilmeyi isterdi.

Bir müddet görüşmesek takılırdı hemen.

-Nerelerdesin? Beni sevmiyor musun artık?

 Bu soruya muhatap olan herkes gülerek aynı şeyi söylerdi.

-Seni sevmeyen ölsün Kemal Abi !

Gülüşürdük.

Şimdi arkasından son defa sesleniyoruz.

SENİ SEVMEYEN ÖLSÜN KEMAL ABİ !

ZONGULDAK DAMADINI KAYBETTİ

Bütçe Plan Komisyonu 1981 yılı çalışmaları için, Maliye Bürokrasisi ile tanışıyordu.

Tanıştırmayı Müsteşarların müsteşarı Ertuğrul Kumcuoğlu yapıyordu.

Bir ara,

  •  ‘’Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürümüz Biltekin Özdemir‘’

diyerek olgun, oturaklı bir bürokratı takdim etti.

Biltekin Özdemir, ağır ağır kalktı, selam verdi ve dedi ki;

  • ‘’Sayın Başkan, benim Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğünden daha önemli bir pozisyonum da var’’ dedi…

Espri öncesi şaşkınlığı ile baktım;

  • ’Nedir, Sayın Genel Müdür, Nedir?’’ diye sordum.
  • ‘’Efendim, ben Zonguldak damadıyım. Oradan evliyim. Bu benim için, Genel Müdürlüğümden daha önemli ve daha zor bir pozisyon.’’ dedi ve bütün salon kahkahaya boğuldu.

Ortam yumuşadı, verimli ve neşeli bir toplantı yapıldı o gün.

O günden, onu kaybettiğimiz bu güne tam 40 yıl sürdü Biltekin Bey ile dostluğumuz.

 Kesintisiz sürdü…

Onunla aynı fakülteden, İ.Ü İktisat Fakültesinden mezunuz. Yine onunla, aynı okulda A.Ü Siyasal Bilgiler Fakültesinde lisansüstü eğitim yaptık. Aynı yollarda yürüdük yani.

O hep önemli görevlerde bulundu, Maliye müsteşarı oldu, Milletvekili oldu, Bütçe Plan Komisyonu Başkanı oldu. Devletin en önemli kurullarında bulundu.

Kesintisiz önemli adam oldu hep.

Ama duruşu hiç değişmedi.

İkimizde okumaya yazmaya meraklıydık, yazdı çizdik.

Yazdıklarımızı paylaştık, tartıştık.

Onun;  ‘’ Yüzyıl Süren Cendere (1854-1954) Osmanlı Devleti Dış Borçları’’ adlı kitabı mutlaka okunmalıdır.

Araya zaman girse, görüşemesek açar telefonu ;

  • ‘’Bizi, Zonguldak damatlarını sever diye kandırmışlar meğer, ne arayan var ne soran, niye acaba? ‘’ diye takılırdı.

Ben de;

  • ‘’Damat hayırsız çıkmış olmasın sakın.’’ derdim

Gülüşürdük…

Gülüşe gülüşe bizi bırakıp gitti.

Güle güle damat, güle güle . . .

Mekanın cennet olsun…

Dr. Cemil ÇAKMAKLI

MEHMET YILMAZ’A AĞIT

BEN DE ZONGULDAK’LIYIM.

BEN DE BEYCUMA’LIYIM.

TANIŞMAYA GELDİM…

…diyerek girdi Meclisteki odama.

Böylece tanıştık Mehmet ile otuz sekiz yıl önce.

Benim doğup büyüdüğüm yerlerden geliyordu.

Bizim Zonguldak’lıların eğitim mabedi Çelikel Lisesinde okumuş, Orman Fakültesini bitirmiş, Amerika’da yetişmiş, kısaca kendine çok emek vermiş bir Orman Mühendisiydi.

Uzun boylu, yakışıklı, özgüvenli ama saygılı bir genç adamdı.

Orman Bakanlığı’nda Şube Müdürüydü o yıllarda.

Böyle tanıştık.

Böyle başladı ‘’abi-kardeş’’liğimiz.

Otuz sekiz yıl boyunca hiç kopmadan devam etti dostluğumuz.

Mehmet; Allah vergisi sevgisini, hep peşinden koştuğu bilgisine ekleyerek özgüven oluşturabilmiş bir mükemmel insandı.

Hayatı boyunca özgüvenli ama sakin, kararlı ve vefalı bir insan olarak yaşadı hep.

Giderek Orman Bakanlığı’nda önce Orman Genel Müdürü oldu, sonra da ORÜS Genel Müdürlüğü yaptı. Hep vizyoner, hep yenilikçi ve başarılı oldu.

Ama Şube Müdürüyken de, Orman Genel Müdürüyken de hiç değişmedi.

O; belirlenme açlığına kapılmadı hiç. Başarılarını tevazu içinde, sakince yaşadı hep.

Kendi deyimiyle; ‘’bir yumurtlayıp, bin gıdaklamadı’’ hiç…

Beycuma Türkmenlerinin, çocuklarına yüklediği sevgiden, saygıdan ve bölgesine ve ülkesine sorumluluktan hiç uzaklaşmadı.

Emekli olduktan sonra, Zonguldak Yüzüncüyıl Vakfı’nda birlikte çalıştık.

O, Vakfımızın temel direği ve Genel Sekreteriydi. Vakfımızda, Zonguldak için sessizce birçok hizmet verdi.

Son olarak, Zonguldağa geleceği olan Filyos Vadisinin ve Filyos Irmağının sularını Ankara’ya akıtan Gerede’de ki Işıklı Regülatörünün Filyos Vadisi’ne vereceği zararları araştırıyordu.

Bu arada bugün suç örgütü sayılan bir cemaatin, Vakfı ele geçirme amaçlı yaptığı haksız ve hukuksuz saldırıları, benim uzun hastane yıllarımda tek başına cesurca yılmadan göğüsledi.

Yakınlarda bir gün hastaneye götürdük.

Her gün, oğlu Batuhan’la bugün alırız diye bekledik.

Ama o bir daha geri dönmedi…

Cenazesinde herkes şaşkındı.

Kimse beklemiyordu ölümünü, kimse yakıştıramıyordu Mehmet’e ölümü.

Onu başta vefalı ve güzel insan Orman Genel Müdürü Bekir Karacabey ve kalabalık bir orman camiası ile birlikte uğurladık.

Gerçekten büyük bir şaşkınlık ve üzüntü içinde toprağa verdik onu.

Mehmet yaşarken, birkaç gün görüşmesek yokluğuna dayanamazdık….

Şimdi gitti, doğurduğu boşluğa nasıl dayanacağız bilmiyorum.

Hiç bilmiyorum…

Ama biliyorum onu hiç unutmayacağız.

Ama kararlıyız oğlu Avukat Batuhan Yılmaz ile onu hiç unutturmayacağız.

İlhan Cavcav

Dostum, Kardeşim. .

Tam yarım asır birlikte yaşadık..

Üretmek ve çoğaltmak ve bunu korkusuzca yapmak dostluğumuzun ortak paydası oldu hep..

Gen havzası Anadolu’da özgün buğday tohumlarının , Anadolu’nun en güzel kızı dediğin “Altınbaşak’ ın kaybolmaması için uğraştık, Ankara Sanayi Odasına üretime sahip çıkacak bir vizyon kazandırmak için çalıştık, ASOMEDYA’yı çıkardık, zarar etmeyen futbol işletmeciliği için kafa patlattık ve sessizce paylaştığımız bir sürü güzel şey yaşadık…

Seni herkes; “futbolcu bulucu ve değerlendirici” olarak biliyor.. Oysa sen önce çok iyi bir “fikir bulucu ve değerlendirici” idin.. Sadece sen gitmedin İlhan’cım, ortak yaşadığımız güzel şeyler de gitti..

Yani; “bizimiz” de gitti kardeşim..

Geride şakalaşmalar kaldı.. Geride; hep şakalaştığımız ” İ Liderlik” (İlhan Cavcav Liderliği ) araştırması kaldı..

Tanımı beğenmiştin hani.. “Korkmadan deneyen, yanlış çıkan denemeyi de korkmadan öldüren” liderliğe “İ Tipi Liderlik” diyorduk hani..

Şimdi ;çocuklarına ,futbol camiasına ve bize düşen senin adına bir “FUTBOL İŞLETMECİLİĞİ AKADEMİSİ” kurmaktır..

Senin yaptıklarını inceleyecek, araştıracak yazacak ve yaşatacak bir akademi.. Bir başka deyişle senin pratiğini herkes için teorileştirecek bir akademi..

Güle güle kardeşim, güle güle..

Yaşamın bize mirastır güle güle..

Dr. Cemil ÇAKMAKLI

” ANNEM GİTTİ, MİTOKONDRİSİ BENDE KALDI..”

Annem vefat etti, onu yıkadıktan, pakladık demir tabuta koyup Türkiye’ye uçakla getirdik.

Oğlunun üstüne,eşinin yanına toprağın içine sanki bir tohum eker gibi nazikçe,dualarla bıraktık..

Bir ömür bitti, annem gitti…

Ama onun mitokondrisi bende kaldı.

Benim hücremde, benim her hücremde annemin mitokondrisi var. Her nefes alışımda her kalp atışımda her elimi uzatışımda her düşüncenin başlangıcında, ne için enerji harcıyor bu vücudum işte orda annemin mitokondrisi var.

Annem gitti belki ama mitokondrisi bende kaldı.. İnsanın başlangıcı olan iki hücrenin yumurta olanı büyük ve zengindir.

İçinde bir hücrenin yaşaması, çoğalması, değişmesi için gerekli olan her şeye ve bir ömür gerekli olan enerjiyi üretecek mitokondriye sahiptir.

Mitokondri, hücreye enerji veren, canlı olmasını sağlayan organeldir ve babadan değil anneden gelir.

Anne her çocuğuna enerjisini verir, enerji üretme mekanizmasını verir.

Harcanan her enerji annenin çocuğuna verdiği mitokondri den gelir.

Dolayısıyla anneler vefat edebilir ama ölmez!!!

Biz farkında olmadan annelerimizi gizli bir şifre gibi her hücremizin içinde taşırız….mitokondri hücre içindeki organellerin en karmaşık ve ilginç olanlarından biri. .

Hem enerji üretir, hem hücreyi ölümlerden korur, bölünür, çoğalır, hücre içinde dolaşır, nerde enerji lazımsa oraya gider..

Hücre içinde sanki annemiz gibi çalışmaya devam eder. Ve her kadın mitokondrisini çocuğuna armağan eder.

“Gördüğünüz gibi,Hande Özdinler’in dediği gibi genetik biliminin dediği gibi; ANNEMİZ İÇİMİZDE. .

Yaşamamız, çoğalmamız, ďüşünmemiz ve bilmemiz için bizimle birlikte..

KENDİSİNİ EZBERE DEĞİL ,BİLEREK SEVMEMİZE BEKLİYOR..

Fısıltısını duyuyor musunuz ?

“SEVMEK İÇİN BİLMEK GEREK” diyor…

Unutmayalım.. “Anne” bir birey değil, insanlığın temeli..

Evreni döndüren enerjinin temeli.

O; bir günün değil bütün zamanların gerçeği..

Dr.Cemil ÇAKMAKLI

GÜLE GÜLE ŞÜKRÜ KIZILOT GÜLE GÜLE DOSTUM GÜLE GÜLE…

Herkes ayrı bi şey söyler Ankara için..

Seveni vardır,söveni vardır,

Şöyledir,böyledir; ileridir, geridir…

Ama benim için Ankara, Dost kazanma yeridir…

Hiçbir yerde bulamazsın, Ankara dostlarını, Ankara dostluğunu..

ŞÜKRÜ KIZILOT’ la da, Ankara’da tanıştık, Ankara’da dost olduk…

O gerçekten bilen bir bilim adamıydı, ama çok ve çok iyi yazardı..

YAZMAK OKUTMAKDIR..

Çoğu yazar okutamaz, Şükrü; okutan yazardı…

O “mevzuat” denilen demir leblebiyi, yenilir, yutulur, okunur hale getiren, bir usta yazardı.

Bir de; çok güzel kravatlar ve mendiller takardı…

O halk için bir “mevzuat tercümanı”ydı..

O GİTTİ, O IŞIK OLDU…

Mevzuat tercümansız kaldı,

Biz onsuz kaldık…

GÜLE GÜLE DOSTUM…

GÜLE GÜLE..

Dr.Cemil ÇAKMAKLI

ÜNAL ÇAKMAKLI’YA AĞITVE TÜRKMEN DELİLERİ…

Ateş bu defa genlerimize düştü…Bizim genetik yapının özgün örneklerinden birini, Ünal ÇAKMAKLI’yı kaybettik.

Bütün Zonguldak’ın katıldığı bir törenle , göz yaşları ve ağıtlarla defnettik onu…

Bizim Çakmak-lı’lar, Kayı boyundan Çakmak oymağından geliyorlar. Kayıların yani Osmanoğullarının kavgalarının içinde Anadolunun orasına burasına yerleşmişler. Ama bin yıldır, Çakmak oymağına ait anlamına gelen Çakmak-lı soyadını kaybetmemişler, sürdürmüşler. Bilinen o ki; Çakmak-lı’lar ; Anadoluyu fetheden Osmanlı ordusunda ‘’Deliler Birliği’’denilen öncü birliklerin savaşçılarıymış…

Fatih’in İstanbulu fethinden sonra, Batı Karadenizi ve Amasrayı fethi esnasında da onun ‘’Deliler Birliği Savaşçıları ‘’ olarak Zonguldak’a inmişler ve fethin bekçisi olarak ,diğer Türkmen oymaklarıyla birlikte buralarda kalmışlar ve 550 yıldır üreyip çoğalarak örfleri ve adetleri ile soylarının adını taşıyan köyleri ile bu bölgeyi Türkmenleştirmişler.

Bu yüzden; Zonguldak kırsalının ,Devreğinin , Çaycumanın , Beycumanın, Yenicenin , Safranbolunun , Ereğilinin, Bartının yani tüm Filyos Vadisi halkının tamamı neredeyse Türkmen yurdudur. ‘’Türkler barışın velisi, savaşın delisidir’’ denilir ya…

Aslında ‘’delilik’’ bir ordu kurumudur Türklerde. Osmanlı ordusunda da o çok bilinen devşirme Yeniçeri Ocağından çok önce; Osmanlı ordusunun ilk ve en önemli birliği ‘’Deliler Ocağı’’dır. Güçlü, iri , korkusuz, Türklük için ölümü şerbet sayan bir ordu birliğidir ‘’Deliler Ocağı’’….

Ancak; Türk Devletlerinin tarihinde sıkça görüldüğü gibi Osmanlı da Türklük özünden uzaklaştırılmış, ‘’Deliler Ocağı ’’ dağıtılmış, unutturulmuş, yerine devşirme Yeniçeri Ocağı getirilmiş, daha sonra da bu Yeniçeriler Osmanlının zayıflama ve yıkılma sebeplerinden biri olmuştur. İşte ; Çakmak-lı’lar, ’’Deliler Ocağı’’nda yetişmiş ve savaşmış ve deliliği rütbe sayan bir soydan geliyorlar. Bu yüzden bizim soyda; güçlü, iri , korkusuz ve her şartta soyu ve örfü koruyanlara ‘’deli’’ unvanı verilir.Deli Mustafa, Deli Hüseyin, Deli Ünal bizim son üç delimizdir. Onlar modernize olmuş, çağa uymuş ama genetik özünü kaybetmemiş delilerimizdir bizim. Ünal ÇAKMAKLI, Ünal Abi, Deli Ünal bizim soyun övünç kaynaklarından biridir. Yurtdışında ve Türkiyede okumuş, Avukat olmuş , Zonguldak Sporuna ve Siyasetine damga vurmuş bir ‘’Türkmen Delisi’’dir o…

O, hep veren hiç almayandı .

O, yoksula ağlayan, haksıza saldırandı.

O ,derin duygusallığını ve coşkun korkusuzluğu aynı bedene sığdırandı.

O , bütün ömrünü geçirdiği Zonguldak’a sevdalıydı.

Sen rahat uyu Ünal Abi. Sen rahat uyu …

Senin bütün güzel özelliklerini ve Zonguldak sevdanı yaşatacağız.

Sen rahat uyu Ünal Abi. Sen rahat uyu…

‘’Aşkıyla, tutkusuyla bir deliyi deli eden kadın ‘’ dediğin , beşikten mezara yoldaşın, eşin Leyla Abla bize emanettir.

Tamam da… Ben ne yapacağım , ben?Ömrümce arkamda duran, en sıkıştığım zamanlarda;

‘’Biz Çakmaklı’yız ulan, Biz Türk Delisiyiz…Eğrimiz yok, Korkumuz yok… Yürü ulan, yürü ’’ diye telefonlarda onun dediği gibi- ‘’yüksek volümlü deli gazını ‘’kim verecek bana …

Kim? Ömrümce her gün, ama her gün kim arayacak beni? Kim?

BEKİR COŞKUN VE ANDRE’NİN PUSULALARI

O yıllarda; 60’larda 70’lerde Ankara’da biz gazete okumaya ihtiyaç duymazdık. Çünkü gazeteciler ile yaşardık.

Muammer Yaşar Bostancı, Orhan Tokatlı, Ertan Karasu, Can Pulak, Yavuz Donat ve Bekir Coşkun’la yaşar, adeta baskıdan önce gazete okur, manşetleri akşamdan bilirdik.

Bu güzel adamların tam yarısı gitti.En son Bekir gitti…

Bekir’i kaybetmenin şaşkınlığını atamıyorum üzerimden…İnanamıyorum, uyuyamıyorum, arkasından iki satır yazamıyorum. Aklımla elimin bağı koptu sanki, iki gündür yazamıyorum.

Akşamüstü saat 5’ten sonra yaşamaya başlar Ankara… Ankara akşamüstleri sevmeye zorlar insanı, dost eder insanları…

Bizde Bekir’le Ankara’nın akşamüstü dostuyuz. O akşamüstlerinde buluştuk, düşündük, peek çok şey konuştuk.İnsan konuştuk, doğa konuştuk, Atatürk konuştuk…

Oturduk konuştuk, kalktık konuştuk, seyahat ettik konuştuk, konferanslara gittik konuştuk.Bir Budapeşte seyahatinde aynı odayı paylaştık onunla.

Elbiseleri astık, valizleri koyduk ortaya…Bekir valizden her bir şey aldığında, gömlekten, kazaktan, çoraptan, her ama her giysisinin içinden bir küçük beyaz pusula çıkıyordu mutlaka. Bekir, pusulalara bakıyor, her defasında yüzü genişliyor ve gülümsüyordu. Açıkladı sonra… ‘’Andre’nin sevgi pusulaları bunlar… Benim valizimi hazırlarken o, her giysimin içine koyar bunları; her bir pusulada biraz espri, ama çokça sevgi vardır. O beni hiç ilgisiz, hiç sevgisiz bırakmadı, bırakmaz, seyahatte bile ‘’ dedi Bekir.

O anda anladım…Bekir’in dağıta dağıta bitiremediği sevgisinin kaynağını anladım. Onda ki insan sevgisinin, doğa sevgisinin, Atatürk sevgisinin kaynağını anladım. Bir güzel Fransız, bir mükemmel Urfalıya; dağıtsın diye herkese, her zaman, her yerde, seyahatte bile sevgi yüklüyordu. Ona yüklenen bu sevgi; galiba enerjiye dönüşüyor, her yere, herkese ulaşıyordu. Sevginin Enerji olduğunu biliyordu Bekir. Bu enerji ile herkesi seviyor, herkese kendini sevdiriyor, Dünya’yı böyle güzel, böyle mükemmel döndürüyordu Bekir.

Bu enerjiyle; açık açık, gümbür gümbür, döne döne yazdı Bekir.

Korkmadan, yılmadan, ucuzlamadan yazdı Bekir…

Enerjisini, sevgisini, bize bıraktı gitti Bekir.

Pırıl pırıl gitti, ışık gibi gitti Bekir.

Güle güle kardeşim güle güle… Görüşmek üzere…