Piyasa ekonomisinden önce denenen planlı döneme ilişkin Kenan Mortan ile birlikte yazılan bir kitap…
Bu kitabın Cemil Çakmaklı tarafından yazılan Önsözü ve Son Sözü bu linkte sunulmuştur.
Kitabın 1984 yılında yazıldığını dikkate alarak, kitapta değerlendirmelerin 30 yıl sonra bugün hala geçerli olup olmadığını lütfen dikkate alınız.
Önsöz
YENİ DÜNYA VE ESKİ KAVRAMLAR
Rivayet Üzre Bir Başlangıç
Rivayet edilir ki, nereye gideceğini bilen kaplumbağa, bunu bilmeyen tavşandan daha erken oraya varırmış. Ne aradığını bilmeden yerinden kalkan, yerini de bulamayabilirmiş.
Ekonomisinde büyüme, toplumunda kalkınma arayanlar, haritasız ve pusulasız yola çıkmamalıymış. . . Ve de, bir ülkenin büyüme ve kalkınma arayışları için sadece o ülkenin haritası yetmez, sokak tabelalarına bakarak da yol bulunamazmış. . . Bu durumda, acilen bir dünya haritası ve dünyanın her tarafında geçerli bir pusula edinmek gerekirmiş. . .
Kestirmeden söyleyecek olursak, Türkiye’nin büyüme ve kalkınma arayışlarının sağlıklı olabilmesi için, ulusal bilgilerin ve değerlendirmelerin ötesinde; diğer dünya ekonomilerini, büyüklüklerini, sektörleri, teknolojileri, hızları, dünya ticaretindeki yerleri ve en önemlisi, geleceğe ilişkin hedefleriyle çok iyi tanımalıyız. Çünkü, ülkelerin büyüyebilmeleri ve kalkınabilmeleri, sadece yerel bilgi ve yöntemlerle yaklaşılacak bir sorun olmaktan çoktan çıkmış, bütün dünyayı kavrayacak değerlendirmeler gerektirir olmuştur.
Hangi kaynaklarla, hangi üretme biçimi ve kültürüyle, hangi malları üretip, hangi pazarlara sunabileceğiniz, dünya ticaretinde nerede ve ne miktarda yer alacağınız konusunda sağlıklı değerlendirmeleriniz yoksa, gidebileceğiniz bir yer de yoktur. Ama sürükleneceğiniz bir yer mutlaka vardır!
Domates Ağacı ve Mekanik Beyin
Genetikçiler artık üzerinde 20.000 domates bulunan “domates ağacı“ üretebiliyor; operatörler neşter yerine lazer kullanabiliyor; yine lazer, dijital bir disk okuyarak beş bin sayfalık bir kitabı 4,7 inç çapında bir diskete depolayabiliyor; mermi hızından daha hızlı trenler yapılabiliyor.
Diyorlar ki, yakında bioçips ve molekuler elektronikle otomatik bellek ve yeni entegre devrelerle mekanik beyin üretilecek, dünyadaki tüm bilgiler bir bilgi bankasından toplanacak ve bunlar evlere bağlanabilecek.
Hal böyleyken, bugün nerede olursak olalım, bütün bunları gözlemeden, izlemeden, büyümeye ve kalkınmaya bir rota çizebilir miyiz? Bilimin ve teknolojinin arkasından gitmeyen büyüme ve kalkınma olur mu? Araştırmayı, yaratmayı, yürümek ya da yemek içmek gibi günlük davranış haline getirmeden teknoloji edinilir mi? GSMH nın %20’sini vergilerle ya da teşviklerle yatırımlara göndereceğiz ve % 3-5 ya da 7 kalkınma hızına ulaşacağız diyen, teknolojik tercihleri ve dokusu olmayan, bu teknolojileri mala dönüştürecek projeleri bulunmayan anlayışlarla kalkınılır mı?
Kalkınılmaz! Dünya haritasından bihaber, dünya seyir defterinden bihaber, büyünmez, kalkınılmaz…
Büyüme ve kalkınma anlayışımızı, dünya teknolojileri ve standartlarıyla dünya insanına mal ve hizmet üretecek bir çizgiye ve bu yolla dünya ticaretinden giderek daha çok pay almayı amaçlayan bir çabaya oturtmalıyız. Yoksa vardığımız yerde yine yalnız kalırız.
XXI. Yuzyıla Doğru
ya da iri Genellemeler
İki bin yılında dünya gelirinin % 20’sine ABD, % 13’üne Sovyetler, % 12’sine Japonya, % 6’sına Batı Almanya, % 5’ine Çin, % 4’üne Fransa, % 2’sine İngiltere sahip olacakmış…
Gidiş bu gidişmiş…
Öte yandan bir başka gidiş daha var; yukarıdakilerden özel mülkiyetli ekonomiler, mülkiyeti toplumsallaştırmaya, piyasa ekonomisini sosyalleştirmeye, insanlarına teknolojik nitelikli ve verimli bir boyut kazandırmaya, dünya ticaretini kolaylaştırmaya ve çoğaltmaya; kolektivist mülkiyetli ekonomilerse, piyasa ekonomisi tekniklerini kullanmaya, insanlara üretim ve kazanç zevki aşılamaya, dünya ticaretine daha dayanıklı, yüksek kaliteli ve estetik mallar üretmeye doğru yönelmişlerdir.
Görülüyor ki, dünya gelirinin % 60’ına talip ülkeler,
Piyasa ekonomilerini geliştirmeye ve sosyalleştirmeye ya da piyasa tekniklerini daha çok kullanmaya,
- Teknoloji ve verimli bir yaşam biçimi haline getirmeye,
- Uluslararası serbest ticareti geliştirmeye ve korumacılığı kaldırmaya doğru gidiyorlar.
Geçmişin, üretim mülkiyeti esaslı kapitalist-kolektivist ülke ayrımı yerini, teknolojik düzeyine ve dünya ticareti içindeki payına bağlı olarak “verimli – az verimli” ülke ayrımına bırakacağa benzemektedir.
Yine öyle görünmektedir ki, dünya ekonomi ailesinin üyelerinin geleceğini,
- Piyasalarını geliştirme ve düzenleme becerileri,
- Teknoloji ve verim düzeyleri,
- Üretim ve pazarlama yapılarının dünya ticaretine uyum gücü belirleyecektir
Dünya ekonomisi ise, mekanik planlama yerine, üretimde ve tüketimde insanla bütünleşmiş bir sosyal piyasa ekonomisiyle, rasyonel bir serbest ticaret sistemine doğru koşmaktadır. Statik modellere değil, dinamik insan aklına ve yaratıcılığına rağbet etmektedir gün geçtikçe…
Yaşlı Sorular, Genç Sorular
Öyleyse, XXI. Yüzyıla doğru koşulan bu amansız yarışta, arkalarda büyüme ve kalkınma arayan biz, neylemeliyiz?
Dışa kapanmalı mıyız, açılmalı mıyız?
- Planı mı, yoksa piyasayı mı seçmeliyiz?
- Tarım mı demeliyiz, sanayi mi?
- Devletçi mi olmalıyız, özel sektörcu mu olmalıyız?
Ve daha bunun gibi, bize yıllar kaybettiren, ölü doğmuş, ölü yaşamış ama hala gündemimizi işgal eden nice yaşlı soruları ne yapmalıyız?
Daha genç sorular da var!
Enflasyon, devalüasyon nedir? Nedir bunlardan çektiğimiz?
- Teknoloji ne, verimlilik ne?
- Nedir üretim kültürü?
- Kaynak nereden bulunacak, nasıl sağlanacak dış ticaret dengesi?
- Dünya ticareti nedir? Neresine oturmalıyız bu oynak yuvarlağın?
İlerki bölümlerde, Türkiye’nin ve onu yönetenlerin bu sorulara geçmişte ne cevap verdiğini arayıp bulmaya çalıştık. Şöyle böyle kırk yıllık bir yazı – film yapmaya çalıştık. Ancak oralara varmadan, bugünkü anlayışımızı da belirlemek amacıyla bazı temel sorunlara, bazı temel kavramlara dokunmalıyız, kavram kargaşalarını anlatmalıyız galiba. O yanlış kavramlar ki, o kargaşa ki, bizi birbirimize kavuşturmuyor… Aklımızı karıştırıyor… Bizi yerimize çakıyor…
Kavram Kargaşalarından Manzaralar
Kavram kargaşalarının ağababaları, “sağ-sol” kavramlarıdır. Yakın geçmişimiz, siyasi çözümleri sağ-sol gibi üçer harflik iki kelimede buluverme tembelliğinin hikayeleriyle doludur.
Sağcı ya da solcu olundu mu bir kez, reçete hazırdır ve de ekonomik, sosyal, kültürel çözümler aramak, çözümleri projelere bağlamak gereksizdir… Koskoca dünyayı kavrar ve koskoca bir ülkenin sorunlarını çözer bu üçer harflik iki kelime… Artık ne aklınızı kullanmaya gerek vardır, ne genetik biliminin nereden nereye geldiğini bilmeye, ne de kapasiteyle maliyet ilişkilerinin bize kaça patladığını araştırmaya… Her derde deva, her hastalığa şifa bu kavramdır… Bir de tabii, başka kavramları karıştırmaya birebir… İşte bir dizi örnek…
Karma Ekonomi
Kim bulmuş, nereden bulmuş, ne sebeple gerekmiş de bulmuş bilmiyoruz, ”karma ekonomi” deyimini… Kamu mülkiyetli işletmelerle özel mülkiyetli işletmeler ekonomi içinde beraberse, bunun adı karma ekonomidir deniliyor…
Denilsin denilmesine de, daha ötesi karma ekonomi de bir” ekonomik model” sanılıyor… Bir ekonomiye gerekli olan, işletmelerin mülkiyeti değil, verimidir kuşkusuz… Bu verimi sağlayacak olan da, teknoloji, ölçek, yönetim ve diğer işletme faktörleridir… Bir de iyi düzenlenmiş bir piyasanın varlığıdır. Asıl üzerinde durulacak olan, mülkiyet değil, bunlardır.
Düzgün bir piyasada, iyi yönetilen bir kamu işletmesinin başarılı olamayacağı nasıl söylenebilir? Ya da tersi, özel mülkiyetli bir işletmenin kötü bir piyasada, kötü bir yönetimin başarılı olabileceği nasıl söylenebilir?
Ama işletme mülkiyetine dayalı ”karma ekonomi” tanımını, yani ekonominin içinde kamu mülkiyetli işletmelerle özel mülkiyetli işletmelerin yan yana bulunmasını bir ekonomik model sananlar, yıllardır tozu dumana kattılar…
Karma ekonomi, karma ekonomi diye diye, işletmelerin asıl sorularını ve onların içinde yaşadığı piyasayı düzenlemeyi unutturdular. Her neyse, böyle bir ”ekonomi cinsi” yoktur!.. Böyle bir ”cins” geliştirsek bile, bunun bizim dertlerimize yararlı olacak bir yanı yoktur.
Plan mı, Piyasa mı?
Hemen söyleyelim, Türkiye’de plan da, piyasa da birer siyasi rejim tanımı değil, birer teknik araç tanımıdır.
Planlama yapalım diyenler, devletçi – kolektivist dünya görüşlü; piyasa geliştirilsin ve düzenlensin diyenler, kapitalist meşrepli olmayabilirler… Örneğin, sadece akıllı olabilirler. Bugün kolektivist rejimler piyasaları ıslah etmeye ve piyasa ekonomisi araçları kullanmaya doğru giderken, kapitalist ekonomilerde de planlama teknikleri kullanılabilmektedir. Kalkınma, sektör ya da faktör geliştirme planları yapılabilmektedir…
Plan ve piyasayı birbirinin karşıtı, uzlaşmaz düşman kavramlar gibi görme yanlışı da aklımızı çok karıştırmıştır. Planlama yapılırsa, para, sermaye, mal ve hizmet piyasalarının düzenlenmesine gerek olmaz sanılmıştır yıllarca… Bu yüzden son zamanlara kadar ne bir sermaye piyasası – borsa düzeni denenmiş, ne de bir antikartel yasası düşünülmüştür… Ve daha nice doğru, kavram kargaşası karanlığında görülememiştir.
Enflasyon – Devalüasyon…
Sohbetimizden üç öğün eksik etmediğimiz iki kelime…
Çok günahı ve çok tanımı olan iki kelime <<enflasyon>> ve <<devalüasyon>>… Örneğin, birisi paranın iç değerliliğini, diğeri paranın dış değerliliğini kaybetmesi… Ve daha bir sürü değişik tanım… Ama nasıl önlenir enflasyon, nasıl önlenir devalüasyonlar… Tabi önce ne oldukları anlaşılarak…
Enflasyon ve devalüasyon bir ülkede verimsizliğin diğer iki adıdır…
Sırasıyla, insanlarınız ve diğer üretim faktörleriniz, işletmeleriniz, sektörleriniz, ekonominiz verimsizse, <<aldığından daha fazlasını veremiyorsa>> ya da <<gerekli miktarda veremiyorsa>> yandığınızın resmidir!
Enflasyonla ve devalüasyonla yaşamak zorundasınız…
Paranızın iç ve dış değerini korumak istiyorsanız, parayla değil malla ve onun verimliliğiyle uğraşmak zorundasınız.
Verimlilik ise, zaman boyutu ve matematik boyutu olan, teknolojiyle çok yakından ilişkili bir doğurganlık tanımıdır.
İnsanınızı, işletmelerinizi, sektörlerinizi ve ekonominizi verimli hale getiremezseniz, içeride paranız sürekli düşecek, enflasyon hayat arkadaşınız olacaktır. Dünya ticaretine uyumunuz ise, ancak sürekli devalüasyonlarla, yani sürekli ucuzlayarak olabilecektir.
Özetle, verimlilik bütün ekonomik olumsuzlukların panzehiridir. Bütün ekonomik çözümler bu başlangıçtan geçmektedir. Enflasyonla ve devalüasyonla mücadele de, sadece parasal önlemlerle değil, öncelikle <<ulusal verimlilik>> önlemleriyle yapılmalıdır.
Kamu Ekonomisi ve Devletin Kesesi ya da <<Bütçekoliklik>> …
Yıllardır çok kullandığımız, ama ne olduğunu bilmediğimiz bir kese var… Devletin kesesi olan bütçe var… Nedir bütçe? Akarı nedir, gideri nedir?
Türkiye’nin genel ekonomisi, eğrisiyle doğrusuyla bir piyasa ekonomisine dayalıdır. Piyasa ekonomisi, arz – talep diğer piyasa kurumlarıyla çalışır. Tasarruf, yatırım, üretim, katma değer ve gelir, piyasa ilişkileri içinde doğar… Piyasa ekonomisinin büyüklüğü gayri safi milli hasılayla ölçülür.
Kamu ekonomisi, kesesini piyasadan doldurur. Vergiler, harçlar, resimler, şerefiyeler, cezalar, mülk ve girişimcilik gelirleri, borçlar gibi bütçe gelirleri piyasadan alınır. Kamu ekonomisi giderleri bütçe harcamaları adıyla toplumun ortak ihtiyaçları için bu bütçeden harcanır. Türkiye’de bütçeler, piyasa büyüklüğünü ifade eden GSMH’nın yaklaşık % 20’si büyüklüğündedir son yıllarda… Yani mevcut ekonomik büyüklüğün beşte biri… İşte biz yıllardır piyasayı ve oradaki beşte dördü bırakıp, bütçelerle yani beşte birle uğraşıyoruz!.. Bütçekolik olduk yani… Her çözüm bütçede, her dert bütçeden…
Bütçeyle yatırım yapıp, bütçeyle büyümeye çalışıyoruz…
Bu beşte birle hem yol, su, altyapı vb. gibi, devletin asli ve sürekli görevlerini yapmaya çalışıyoruz, hem de KİT’lere kaynak ayırarak işletme yapmaya çalışıyoruz…
Oysa bizde bütçeler, yoğun bir kamu hizmeti talebiyle gider yönünden, işlemeyen bir piyasa yüzünden de gelir yönünden tıkalıdır.
Bütçeyi her şey sanmaktan uzaklaşıp, ona gelirini veren ana kurum olan piyasayı düzenlersek, tıkanıklıklarını açarsak, GSMH ve giderek bütçe gelirleri de artacaktır.
Cumhuriyet tarihi boyunca yaptığımızı bırakıp, gözlerimizi bütçelerden piyasaya çevirmeliyiz… Bütçekoliklikten vazgeçmeliyiz…
Bütçeye kaynağını veren, tasarrufun, yatırımın, üretimin, katma değerin, gelirin doğduğu genel ekonomiyi artık düzenlemeliyiz.
Mali Kimlik – Reel Kimlik
Bir kere, vergici ve bütçeci olunca aklınız paraya takılıp kalıyor. Mali politikalara rağbet eden bir toplum, bir devlet olup çıkıyorsunuz…
Üretimi, işletmeciliği, katma değeri, malı unutuveriyorsunuz. Mal politikalarını unutup, mali politikalara dalıveriyorsunuz… Reel kimlikli değil, mali kimlikli oluyorsunuz…
Kafalar vergi almaya ya da vermemeye programlanıyor. Devlet, genel teknoloji politikalarını, işletmeler araştırmayı ve ürün geliştirmeyi unutuveriyor… Devletin vergicilikle uğraşan kaç personeli var, teknolojiyle uğraşan kaç personeli var dersiniz? İşletmelerin muhasebe bölümlerinde mi, yoksa laboratuvarlarında mı daha çok insan çalışıyor acaba? Yüzümüzü yüzeysel – parasal sorunlardan, yapısal – reel sorunlara doğru çevirmenin zamanı gelmedi mi? Ne dersiniz? Ne dersiniz, üretim sistemiyle vergi sistemini beraberce ele almaya, öncelikle üretim sistemini daha çok değer yaratır hale getirmeye, sonra onun üzerine hakça vergi salmaya, kaçakları amansızca izlemeye?
Kaynak Nerede, Kaynak!..
Ne zaman ekonomi, büyüme ve kalkınma üzerine yeni bir şey söyleyecek olsanız, geleneksel koro hep bir ağızdan, << kaynak nerede, kaynak! >> oratoryosuna başlar… Gürül gürül bu kaynaksızlık ağıtı sarar her yanı…
Türkiye büyümenin kaynaklarının çok azını bilmiştir kaynak ararken kaynak kaybetmiştir…
Büyümenin ilk ve etkin kaynağı, << kurulu kapasite >> dir. Kurulmuşu, geçmişin yatırımlarını etkin kullanmazsak, atıl kapasite çöplüğü yaparsak, yeni kaynak aramak ve kullanmak boşunadır. Çünkü kullanılan bu kaynak ve onun sonucu yeni kurulan kapasite de, geçmiştekilerin akıbetine uğrayacaktır…
Ol nedenle, ekonomi önce kurulu kapasitesini sonuna dek kullanmak, bozuksa düzeltmek, darboğaz varsa gidermek, sözün kısası
<< tam kullanmak >> zorundadır. Geçmişte yatırımış kaynağı kullanmak ilk işimizdir… Bazı sektörlerde kapasite kullanımının % 30’larda olduğunu söyleyene ne cevap verilir yoksa? Kaynak, kaynak mı denilir?
Eski deyimiyle << iddihar >>, yani yığılmanın, dolaşıma çıkmayan servet, altın, döviz ve benzerlerinin hesabını kim biliyor bizim ülkede! Yığılmanın çözümü en önemli kaynaklarından bir diğeridir büyümenin… Ama bunu elinden tutana kızarak olmaz bu… Elde tutma nedenlerini ortadan kaldırmak gerekir… Yığılmayı ancak, sosyal güvenlik sistemlerini ıslah ya da aldığını geri veren bir sanayi çözer…
Yabancı sermaye, yıllardır korktuğumuz bir diğer kaynak… Yıllarca o bizden korktu, biz ondan korktuk… Hala var o çocukluk korkularımız… önce onun, yabancı sermayenin korkularını yenmeliyiz. Güvenli, istikrarlı bir ülke haline gelerek… Sonra bize de, ona da kazandıracak, kişilikli bir yol bulmalıyız.
Tarımın ve sanayinin katma değer yaratması, aldığından daha çok vermesi, doğurması, sürekli bir kaynaktır büyüme için… Verimli bir tarım ve sanayi düzeni, yani doğurgan bir ekonomi ise, kaynakların kaynağıdır… Temel kaynaktır…
İşte başka bir kaynak daha; dış borçlanma… Dış borçlanma ama, alınca nerede kullanıp nerede yumurtlatacağımızı bilerek dış borçlanma… Alıp öldürmediğimiz, geri verebilecek yerlere yatırdığımız uygun dış borçlanmalar büyütür ekonomiyi…
Daha sayalım mı? işçi dövizleri, yirmi yılda 30 milyar dolar net giriş… Dış borçlanma kadar büyük… Yatırıma, büyümeye bunun ne kadarını gönderebildik ki?
Sözün özü, kaynaklar ancak kaynak kullanma politikaları varsa vardır… Kısır tavuğa neylesin bin horoz!.. Önce doğurgan olmanın kurallarını ve kültürünü tartışalım, sonra kaynağı… Küllüğe tohum eken hayal biçer…
Kavramlar Düzelmeli…
Birkaç kavram kargaşasını, bakış yanlışını sıralamaya çalıştık… Kavramlardaki kargaşa, bakışlardaki şaşılık sona ermezse, beraberce aynı yola çıkmak mümkün değildir… Çünkü yanlış kavramlar beyinleri, beyinler de insanın ayaklarını karıştırır… Kördüğüm eder…
Ekonomik kavram ve bakış yanlışları, insanımızı, en değerli unsurumuzu zehirliyor.
Üretici değil tüketici, katılıcı değil bekleyici yapıyor…
Atak değil tutuk, çözücü değil karıştırıcı yapıyor…
Ekonomik hızımızı kesiyor, tıknefes yapıyor toplumu…
Kavram kargaşasını ve bakış yanlışlarımızı düzeltmeliyiz. Herkesin arşınına göre bez verilmemeli… Her yerde okka dört yüz dirhem olmalı… Üretim kültürünün bir reçetesi hazırlanmalı…
Net kavramlar, doğru hedefler ve dünya bilgileriyle, insanımıza yeni bir üretim kültürü reçetesi sunmalı… Ekonomik büyüme ve toplumsal kalkınma burada başlıyor… İnsanımızın XXI. Yüzyıla, kendisine daha layık bir ekonomik dereceyle girebilmesinin anahtarı, anlaşılır ve benimsenmiş bir üretim kültürüdür önce… Tekrarımız bağışlansın: Bizi yerimizde saydıran, yukarıda örnekleri verilen kavram kargaşalarını terk etmeliyiz… Dünyaya çevirmeliyiz gözlerimizi ve gelişmiş dünyanın ölçülerini kullanarak, ama özgün bir kimlik edinerek, yeniden düzenlemeliyiz ekonomimizi, piyasalarımızı, üretimimizi ve paylaşımımızı… Doğmalara değil, aklımıza inanarak… Başka türlü büyüme ve kalkınma sağlamayacağını ve yeni dünyada eski kavramlarla yaşanamayacağını bilerek…
Bundan Sonra…
Sorular sorarak başladığımız bu çalışmada, bundan sonra Türkiye’nin yaklaşık son kırk yıllık kalkınma arayışlarından bazı kesitler sunmaya, bir yazı – film yapmaya çalıştık… Bazen ayrıntılarına inerek, Türkiye’nin planlı plansız arayışlarını anlatmaya, uzmanların söylediklerini aktarmaya çaba harçadık…
Son bölümde de, yanlış yaparız diye korkmadan, önerdik… Tartışılsın diye önerdik…
Tartışılarak yanlışımız düzelir, eksiğimiz tamamlanır diyerek…
Sonsöz
NASIL BÜYÜYECEĞİZ?
Büyüme ve miktar artışı ekonominin birincil sorunudur. Bu eşikten geçilmeden varılacak yer ve üzerinde konuşulacak ekonomik konu yoktur.
Bu nedenle sonsözde büyümeyi bu çok bilineni konuşacağız.
Ayak Parmaklarını Kovalamak
Nüfusu ve bu nüfusun ihtiyaçları diğer iktisadi faktörlerden hızlı artan ülkeler ekonomik büyümeye bir türlü ulaşamazlar. Ayak parmaklarını kovalayan adam gibi bir türlü onları yakalayamazlar. Türkiye bu anlamda yıllardır ayak parmaklarını kovalamaktadır.
Adam Başına Artmayanlar, Artanlar
Adam başına reel gelir bir türlü yeterli düzeyde artmamakta ancak adam başına siyasal istikrarsızlık adam başına otorite boşluğu adam başına kavram kargaşası zaman zaman duraklasa da genellikle artmaktadır. Ne var ki, iktisadi büyüme ve adam başına reel gelir artışı, arttığını söylediklerimizi sevmemekte, istememekte, onların bulunduğu yere girmemektedir. Öyleyse, eğer büyümek istiyorsak, ilk iş olarak siyasal istikrar ve kararlılığı, onun içinden çıkmış çağdaş ve üretken bir devlet otoritesini benimsemiş; kültürel ve teknik kavramlarda genellikle birleşmiş olmalıyız. Bunların büyümenin iklimi olduğunu bilmeliyiz.
Tasarruf var mı? Tasarrufla yatırım arasındaki köprü kurulabilmiş mi?
Yatırıma giden tasarruf geri dönüyor mu?
Sanayi aldığını geri veriyor mu?
Bırakın bunları, kamu ekonomisi ve bütçe, sağlıklı bir piyasa ekonomisi üzerine kurulmuş mu? Vergiler reel değerlere dayalı mı?
Dahası, kaynaklarımız işgücümüz kadar arttı mı? Toplam nüfusun 1/4′ i aktif nüfusun yarısı ( açık ya da gizli ) neden işsiz?
Çünkü büyümemiz yetersiz, çünkü büyümemiz felsefesiz.
Verimsiz Ekonomi
Dış borçla tüketim yapan, o bitince emisyonla ve onun enflasyonuyla göz boyayan ve toplumumuzu sürekli oyalayan bu verimsiz ekonomi bizi büyütemez. Bu nedenle kültürel ve teknik düzeltmelerle ıslah edilmelidir. Yönetimin de, yönetilenin de, çalışanın da, çalıştıranın da sorunlarının çözümü bu başlangıçtan geçecektir. Zor ve uzun yol tercih edilmeli; ekonomik büyüme, kültürü, kurumları, kaynakları, zamanlaması ve zaman dilimleri içindeki hedefleriyle toplumumuzun önüne konmalı ve anlatıp benimsetilmelidir.
Önce Üretim Kültürü
Ekonomik büyümenin temelinde, çalışma tutkusuna dayalı bir üretim kültürü olmalıdır. Tüketici ve bekleyici insan kültürünün yerine, üretici – katılımcı insan kültürü konmalıdır. Bu kültürün içine, aceleci değil, sabırlı bir renk katılmalı, ayrıca ulusal ve manevi değerlerimiz de istismar edilmeden konmalıdır. Bu kültür gereği, işverebilen ya da iş bulabilen herkes kendisini topluma ve işsize karşı sorumlu saymalıdır.
Temel Kurum Piyasa
Ekonominin temel kurumu olan piyasa, teknik araç olarak işlevlerini yerine getirecek biçimde ıslah edilmelidir. Hukuki ve fiili imtiyazlar, haksız rekabet öğeleri gözden geçirilmelidir.
Önce bu iklimi yaratmaya çalışmalıyız. Ne var ki, birkaç on yıldır bu iklimi yaratamadık. Büyümenin iklimi hep bozuktu…
Bildiğini Bulamayanlar,
Bulduğunu Bilemeyenler
Bu bozuk iklim içinde, son 40 yıldır ekonominin önüne düşenlerden çoğu bildiğini bulamadı, birçoğu da bulduğunu bilemedi.
Üretim yerlerinin, işletmelerin verimliliği değil, mülkiyeti konuşuldu. Devlet mi, özel sektör mü, bu tartışıldı. Tarım mı, sanayi mi denildi.
Plan mı, piyasa mı diye, teknik kavgaları yapıldı.
Öncelikle işsizler değil, << işliler >> sözkonusu edildi.
Konuşuldu, tartışıldı, denildi…
Yorumlar ve çözümler, deli kızın çeyizine döndü.
Ne arasan vardı içinde… Velhasıl, yoktan yonga çıkmadı. Türkiye sentezine dayalı sağlıklı büyüme modeli gelmedi.
Nasıl Büyüdük? Ya da Toplu İğne Edebiyatı
Bu iklim ve kavram bozukluğu içinde büyümedik mi? Toplu iğne yapamıyorduk, top tüfek yapar olmadık mı? Tabii büyüdük. Otuz milyar dolar dış borçla, yirmi milyar dolar işçi döviziyle, tarımın yarattığı huda-i nabit katma değerle sanayi kurduk, mal ürettik…
Fotoğrafta az çok bir şeyler var. Ya röntgen filminde durum ne? İç hastalıklar, bünyesel bozukluklar ne alemde?
Röntgen Sonrası ve Bazı Sorular
Türk sanayi işletmeleri reel katma değer yaratıp, kendi artlarından fabrika kurabiliyorlar mı? Birim maliyetleri, kalite ve standartları yerinde mi? Dış pazarla araları nasıl?
Hedef, para, sermaye, mal ve hizmet piyasaları kurumlarının birbirlerini tamamlar hale gelmesidir. Ancak böyle bir piyasa ekonomiyi bağrında barındırabilecek, piyasa ekonomisi ancak böyle sağlıklı ve etkili işleyebilecek, büyüyebilecek ve kamu ekonomisine, bütçeye, reel ve yeterli kaynak yollayabilecektir.
Katma Değer Odakları : İşletmeler
Ekonominin hücreleri ve piyasanın temel unsurları olan işletmeler, mekan planlaması, teknoloji, kayıt ve hukuk düzeni açısından, özellikle mali hukuk ve vergicilik açısından rasyonalize edilmeli, diğer bir deyişle << yanmış harmanlardan öşür almaya çalışmaktan >> vazgeçilmeli, işletmeler katma değer yaratır hale getirilmelidir.
Kamu yönetimi mekanizması ve altyapı kararları, bu üretim odakları ve onların yaratacağı katma değer gözetilerek reorganize edilmelidir.
Büyümenin İlk Kaynağı : Kurulu Kapasite
Büyümemizin finansmanı, neresinden bakılırsa bakılsın birkaç ana unsura dayalıdır : İlk ve dinamik kaynak, tarımda ve sanayide, kurulu kapasitenin nicelik ve nitelik anlamında sonuna dek kullanılmasıyla elde edilmektedir.
Kurulu kapasiteden elde edilecek katma değer, gelir ve giderek tasarruf, büyümenin ilk kaynağıdır.
Geçmişin sermaye birikimini kullanmadan, ekonomideki kurulu kapasiteyi restore etmeden, yeni yatırım yaparak büyüyeceğimizi sanmak yanlışından artık kurtulmalıyız. Yeni yatırımın zevki yerine, varolanı verimli çalıştırma zahmeti tercih edilmelidir.
Saklananı Çıkarmak Zamanı
Büyümenin finansmanından ikinci kaynak, yığılmayı çözmektir. Çeşitli amaçlarla elde tutulan altını ve parayı durağan halinden kurtarıp, yatırıma ve üretime akıtabilmek gerekmektedir. Ancak, bunun temel şartı, işletmelerin aldıklarını geri verecek verimli ve karlı bir yapıya ulaşmaları, ulaştırılmalarıdır.
Ekonomi Dışı Kaynaklar
Ülkenin üretim sistemi, aldığını tümüyle geri verebilecek doğurgan bir yapıya ulaştığında dış borçlanma kapıları açılacak, yabancı sermaye ülkeye rağbet edecektir. Siyasi ve ekonomik kararlılık ve hedeflilik, bu durumu etkileyen en önemli etken olacaktır. Bu arada bir tarihi korku, yabancı sermaye sömürüsü korkusu, << kendimize güvenle >> aşılmalıdır. Bugün yabancı sermayeden değil, yoksulluktan korkmalıyız. Unutulmamalı ki, << Kırk hırsız bir yoksulu soyamamıştır >>.
Bir Özel İmkan
Ekonomik büyümemizin tam 20 yıldır dayandığı, ama hep de görmezlikten geldiği temel öğedir işçi dövizleri…
20 yılda 30 milyar dolar… Hemen hemen uluslararası borçlanmamız kadar. Ancak, döviz gelsin de nasıl gelirse gelsin değil, << Döviz gelsin, karşılığı para da yatırım olsun, >> demenin zamanı gelmedi mi?
Uyuyarak ancak bebekler büyür…
Nasıl Dolaşmalı?
Tarımsal ve sınai kurulu kapasiteden elde edilen tasarrufları, altın ve para cinsi yığılmaları ve işçi dövizlerini hep yanlış yoldan dolaştırdık durduk… Bunları bankaların pahalı kasalarından geçirip yatırıma yolladık. Kaynakları pahalılaştırmakla kalmadık, yatırım için özkaynak bulamaz, banka paralarını, emanet paraları özkaynak yapar olduk. Sermaye piyasasının faziletini unuttuk…
Hem işletmelerimiz yatırımın riskini yok edip orada kalacak özkaynaktan yoksun oldu, hem de tasarrufçumuzu yatırımla tanıştırmadık. Hisse senedini unuttuk… Bu konuda derler ki, işletmemiz kar, vermiyor temettü dağıtmıyor. İşletmelerin karlı olmadığı yerde, banka parayı nereye satar ki? Nasıl yapmışlar, niçin yapmışlar? Her 6-7 Japondan biri, her 7-8 Avrupalıdan biri hisse senedi sahibi olmuş… Onlara sorarsanız, “liberalizmi libere ettik” diyorlar.
Bir bildikleri var dersiniz?
Parayı Zaptetmek – Deliyi Zaptetmek
Derler ki, parayı zaptetmek, deliyi zaptetmekten zordur. Herhalde öyle ki, bizim buralarda paralar durmadan piyasaya çıkıyor. Çıkıyor da, insanları soyuyor, piyasanın ahlakını bozuyor. Piyasa kararları şaşıyor. Özetle, büyüme sürecinde parayla mal arasındaki ilişkiyi hiç koparmamak gerekiyor.
Kıssadan Hisse…
Atalar sözüdür, “Çekişmeyince, pekişilmez”. Ekonomik büyümemiz adına, yıllardır kendi kendimize çekiştik durduk… Biliyoruz ki, bu konuda Türkiye ekonomisi artık mutlaka pekişecek ve layık olduğu yere mutlaka gelecektir.
“KALKINMA ARAYIŞLARI” için bir yorum