Çeşitlenerek derinleşme, bir gelişmiş insan olma yöntemidir. Bir şey olmaktan çıkıp, çok şey olma bugünkü dünyayı ve yaşamı anlamanın tek yoludur.
Az da olsa böyle insanlar var çevremizde…
Mehmet Öğütçü bunlardan biri. Benim 40 yıllık dostum ve kardeşim.
Diplomasiden ekonomiye, geçmişten geleceğe, felsefeden teknolojiye, kısaca her şeyden haberli, çeşitlenerek derinleşmiş bir adam. Bu konularda otuzu aşkın kitap yazmış bir değerli vatan evladı…
Sık sık uluslararası platformlarda hemen her konuda görüşlerine başvuruluyor. Bana son olarak, İsrail televizyonunda yaptığı konuşmanın bir videosunu gönderdi. Ortadoğunun ve dünyanın sıcak gündemini ele alan bu konuşmayı ve bu konuşma hakkında yaptığım yorumu ilginizi çekeceği düşüncesi ile sizinle paylaşıyorum.
Selamlar, sevgiler…
MEHMET ÖĞÜTÇÜ’NÜN İSRAİL TELEVİZYONUNDA YAPTIĞI KONUŞMA
BU KONUŞMA HAKKINDA YAPTIĞIM YORUM:
İsrail saldırılarını bir “sınır güvenliği ” konusu olarak yutturmaya çalışıyor… Konuyu böyle alırsak akıl yürütmek kolay… Ama, konuyu; Yahudi bilinçaltındaki “vadedilmiş topraklar” saplantısına ve yolun sonuna gelmiş Kapitalizmin kendine vakit kazandıracak yeni çatışma alanları ihtiyacına dayandırırsak başka ve daha geniş bir analize ihtiyaç var bence..
Bugünkü Kapitalizmin egemenleri ve gerçek yöneticileri Yahudilerdir.. Kapitalizm üzerindeki Amerikan egemenliğini, Amerika üzerindeki Yahudi Egemenliği ile ilişkilendirirsek konu daha anlaşılır hale gelir. Dolar’a, ABD ye, dünya bilgi ve teknolojisinin ana sistemlerine hakim olan Yahudiler 4000 yıllık tarihlerinin en güçlü noktasına ulaştılar.. Bu güç zehirlenmesi onları bugünkü Gazze katliamlarına kadar getirdi.. Ne Gazze de, ne Lübnan’ da ne de, Suriye ve Irak da duracak gibi görünmüyorlar.. Onlar dünyanın en uzun hedefli ve hedeflerinde en kararlı topluluğudur. Dörtbin yıldır olduğu gibi, hedeflerinden hiç vazgeçmeyeceklerdir.
Ancak, arada bir dünya kamu oyunu soğutma ve yanıltma molaları verirler.. Türkler ve Türkiye de uzun vadesini buna göre planlamalıdır. Ilımlı İslami, BOP ‘u, Suriye’yi, varlığını tehdit eden işgalci göçü kendi iç siyasetine, hatta demokrasisine ve özellikle ekonomisine yapılan manipülasyonları böyle okumalıdır… Unutmamalıyız ki; insanlık savaşlarla yaşayagelmiştir ve maalesef bu böyle devam edecektir… Biz her zaman, Türk kalmak, Türk olarak birleşip çoğaltmak, güçlenmek ve kendimizi gelecekte olacaklara hazır tutmak zorundayız.. Bu konuda ilk yapılacak şey ise, bugün ülkemizi köşeye kıstırmış olan ekonomik ve demokratik manipülasyonlara çare aramak ve Truva atlarına engel olmaktır.
Türkler bugünkü açmazlarına çözüm bulacaksa eğer, bunun yolu kurtarıcı aramaktan değil, DÜŞÜNEN TÜRKİYE olabilmekten geçmektedir.
DÜŞÜNEN TÜRKİYE olamazsak eğer; bırakın sorun çözen toplum olmayı, tam tersine sorunlar üreten, demokrasisini işletemeyen, seçemeyen, giderek manipüle edilen bir toplum olmaktan kurtulamayız.
Sözü dolandırmaya gerek yok.
Esasen içinde bulunduğumuz toplumsal süreç tamda budur.
Sorunları farklı, çözümleri farklı insanlar olduk.
Giderek daha büyük sorunlar üreten, demokrasisini işletemeyen, manipüle edilmekten seçemeyen, neredeyse umudunu kaybetmiş, karamsar, ayrışmış bir toplum olduk.
Bu karmaşa giderek bizi toplum olmaktan uzaklaştırıyor, parçalıyor ve ayrıştırıyor. Çünkü toplumsal ayrışmaların temeli; aynı şeylere farklı kavramlar yüklemekle başlıyor.
Bu yüzden aynı kavramlara, aynı çözümlere sahip olamıyoruz, ULUS olmaktan uzaklaşıyoruz.
Mesela ben kalkıp; algı dersem, kavram dersem, bellek dersem, akıl dersem, düşünce dersem, zekâ dersem, zihin dersem giderek beden dersem, hele hele ruh dersem, düşüncenin temeli olan bu kavramlarda bile birilerinden ayrışıyorum…
Bu ayrışmanın okumuşlukla okumamışlıkla, profesörlükle ya da hiç okula gidip gitmemekle alakası yok.
Hatta; bilincini inançla ya da bilimle oluşturanlarla da alakası yok…
Neyle alakası var peki?
Düşünceyi ve yukarıda bahsettiğim düşünceyi oluşturan süreçlere ne anlam yüklediğimizle alakası var. Çünkü düşünce ve düşünce süreçleri konusunda toplumumuzda kavram birliği ve dil birliği yok…
Böyle olunca da, DÜŞÜNEN TÜRKİYE olma şansımız da yok.
Düşünen Türkiye olabilmek için düşüncede kavram birliğine ulaşmak şart.
Kişiliğimizin, toplumsal kimliğimizin oluşabilmesi ile birebir alakalı bu konunun çözümüne bir yerden başlamamız da şart.
Öyleyse hadi başlayalım:
İşe; yaşamı, özellikle insan yaşamını belirleyen DÜŞÜNCE DÖNGÜSÜ’nü kurcalayarak başlayalım.
Diyorlar ki; YAŞAM BİR ENERJİ DÖNGÜSÜDÜR.
Dikkat, “döngüdür” deniliyor. Sabit değil yani…
Yani denge / menge yoktur…
Yaşamda her şeyin bir döngüsü vardır.
İnsanın temel sermayesi olan düşüncenin de bir döngüsü vardır ve o da bir enerjidir.
Ölçü birimi “FREKANS” tır…
Şimdiye kadar, canlı, cansız diye ayırdığımız sınıflamayı da atın bir tarafa.
Her şey canlıdır yani…
Her şeyin bir frekansı vardır yani..
Her şey titreşmektedir.
İnsan canlısının frekansı 62-72 MHz’dır
Yani insan canlısı her organı farklı titreşimde olmakla birlikte saniyede ortalama 62-72 MHz titreşmektedir.
İnsan canlısının bu titreşim özelliğinin iyileştirilmesi ve artırılması, düşünme becerisinin artırılması için de çok önemlidir.
Artık toplumlar bireylerinin daha yüksek frekanslı olmalarını hedefliyorlar. Çünkü; insan canlısı, yüksek frekans sayesinde daha fazla hayat enerjisi depoluyor, algıları güçleniyor, düşünce gücü artıyor, insan pozitif ve herkese karşı sevgi dolu hale geliyor. Böylece her şeyin frekansı artırılarak, yüksek kaliteli, hoşgörülü ve düşünebilen bir toplum oluşabiliyor.
Bugün tıp bilimi bile bu temele yöneliyor, FREKANS TIBBI ile hastalıklar tedavi ediliyor, doğal olmayan ilaç tedavilerinin yerini frekans tedavileri alıyor.
Görülüyor ki; yaşamdaki döngüler ve bu döngülerin frekansları çok önemli.
Hazır buraya gelmişken, DÜŞÜNCE ve DÜŞÜNCE DÖNGÜSÜ konusuna daha yakından bakalım…
Düşünme döngüsünün ilk süreci algılardır. Sık sık sözünü ettiğimiz frekanslar, yani titreşimler algı organlarıyla, görülerek, duyularak, dokunularak, koklanılarak yakalanmakta ve isimlendirilmektedir.
Bu arada hatırlatalım.
Klasik tasnifte olduğu gibi insan sadece 5 duyu organına sahip değildir.
İnsan canlısı bütünüyle bir ALGI organıdır.
O; her an, her şeyi algılamaktadır.
Zaten düşünce çevrimi de bu algılarla başlamaktadır.
Algıladıklarını sıcak, soğuk gibi somut kavramlara ya da iyi, kötü gibi soyut kavramlara dönüştürüp kodlamakta böylece “dil” oluşmaktadır.
Hemen belirtelim ki, zengin bir dil düşünmenin temelidir.
Bu yüzden insanın yarım yamalak çok dil bilmesi değil, tam ve sağlıklı bir düşünce diline sahip olması temel hedef olmalıdır.
İnsan algılayıp dile dönüştürdüğü kavramlarını belleğine atmaktadır.
Buna bazılarımız ” hafıza” da demektedir…
Ama, bundan sonra düşünmenin en önemli safhası olan “AKIL” safhası gelmektedir.
AKIL, Arapça ‘’İKAL’’ kökünden gelmektedir.
Araplar somut şeylere birbirine bağlamaya İKAL ETMEK demektedir. “Devemi hurmaya ikal ettim” derler mesela.
Uzatmayalım…
Araplar; somut şeyleri birbirine bağlamaya ” ikal etmek”, soyut şeyleri birbirine bağlamaya da AKILETMEK demektedir. Biz de bunu aynen böyle kullanıyoruz.
Hafızaya kodlanmış kavramlar, kodlar gerektiğinde çağrılıp birbirine bağlayıp oradan sonuç çıkarmaya AKLETMEK/ AKIL YÜRÜTMEK diyoruz kısaca…
Ne kadar hızlı akıl yürütüp ne kadar hızla sonuç çıkarabilirsek, kendimize ZEKİ diyoruz…
Yani zekâ; ‘’akıl yürütme hızı’’ kavramıdır.
Bu yüzden durup dururken zekâ kavramını, akıl kavramı yerine kullanmamalıyız…
Çünkü akıl; karşılaştırma/ mukayese, zekâ ise hızlı karşılaştırma becerisidir.
Yani akıl farklı, zekâ farklı kavramlardır.
Bu yüzden akıl ve akıl yürütme kavramı üzerinde ve hatta AKIL TARİHİ üzerinde biraz duralım.
Akıl ve akıl yürütme tarihi, boyutlarla ve boyutların tarihi ile birlikte yani geometrinin tarihi ile doğrudan bağlantılıdır.
Geometri; Lineer (çizgisel) olarak yola çıkmış, sonra Kartezyen (yüzeysel) olarak devam etmiş, nihayet günümüzün geometrisi ‘’Uzaysal/Holistik’’ geometri safhasına gelmiştir.
Diğer bir deyişle insan; önce bir çizgi üzerinde akıl yürütebiliyor, yani bir noktayı diğer bir nokta ile mukayese edebiliyordu.
Sonra bir noktayı iki nokta ile izah edebilen, yani A(x,y) kartezyen/ yüzeysel geometriye geçmiştir. Çizgiyi aşıp, yüzeylerle, karelerle, üçgenlerle, dairelerle akıl yürütmeye başlamıştır.
Bugün ise artık; bir noktayı diğer bütün noktalarla bağlayabilen uzaysal/ holistik yani bütüncül/ ağsal geometriye geçtik. Holistik akıl kullanmaya başladık. Yani akıl, biz onu anlamaya çalışırken boyut değiştirdi. Karşılaştırılan şeyler birden, ikiden sonsuza ulaştı.
Artık sonsuz sayıda şeyi birbirine bağlayıp, ‘’Ağ’’ oluşturma çağındayız. Bu çağda artık sadece iki- üç şeyi mukayese ederek sorun çözemeyiz.
Bilim insanları da bu süreci yaşadılar. Önce lineer oldular, sonra kartezyen düşünebilir, kartezyen geometriyi kullanabilir hale geldiler.
Bilim tarihi bu kavramlara göre ayrıştı.
Eski bilim adamları lineerdi. Sonra gelenler kartezyen geometri kullandı.
Mesela Newton dahil, onun çağdaşları hepsi kartezyendir.
Sonra Einstein diye biri çıkıp, E=mc² dedi, yani madde enerjidir, enerji de maddedir konusunu formüle etti. Enerji ve madde için bunlar birbirine dönüşebilir diye buyurdu.
Yani doğadaki sonsuz çeşitliliği ve onun döngüsünü bilime taşıdı. Her şeyi, her şeyle mukayese etme safhasına geldi bilim yani holistik oldu.
Sonra kuantum fizikçileri; bir şeyin her yerde olabileceğini ortaya attılar.
Yani düşünce döngüsünün en önemli süreci olan AKLIN; yeni bir geometrisi oldu, geometrinin de yeni bir aklı oldu.
Yukarıda bir yerlerde dedim ya, akıl farklı, zekâ farklı kavramlardır diye.
Biz daha kartezyen aklı özümseyememişken, akıl yürütme de farklılaştı, holistik oldu. Bir şeyi, bir şeye bağlamaktan çıktı, her şeyi her şeye bağlayabilir oldu.
Zekâ da, yani bir akıl yürütme hızı olan zeka da hızlandı, mekanikleşti.
Artificial Intelligence (AI) oldu, yapay zekâ oldu.
Gelelim DÜŞÜNEN TOPLUM olabilmenin en önemli birikimi olan ZİHİN meselesine….
Düşünce süreçlerinin çıktılarından, bireysel, giderek toplumsal zihin oluşur. Zihin madde değildir.
Artık birileri kesin olarak diyor ki, gerçekte madde yoktur, düşünce süreçleri sonucu oluşan ZİHİN vardır.
Bu ZİHİN, tüm maddelerin ana yapısıdır.
Einstein’dan başlayarak modern fizik; maddenin bir illüzyon olduğunu kesinleştirmiştir. Tüm fiziksel maddeler, etrafımızdaki her şey, bir frekansın sonucudur.
Ama biz, dış dünyanın fiziksel bir kökeni olduğu zannımızı hiçbir zaman sorgulayıp değiştiremiyoruz.
Oysa sorgulamalıyız…
Zannetmekten vazgeçmeliyiz.
Belki de dışarıda gerçekten hiçbir şey yok. Fiziksel görünüm diye bir şey yok.
Eğer kendi kendimize doğru düşünmeyi öğrenmez, bugünün holistik dünyasını kavramaz, kendi kendimize zihin oluşturmaz isek başkalarının oluşturduğu zihin ile yaşarız.
Yani ikinci el yaşarız.
Başlangıçta söylediğim gibi;
Yaşam bir enerji döngüsüdür.
Ses, ışık, düşünce hep birer enerji döngüsüdür.
Yaşam; bu döngüleri doğru döndürme becerisidir.
Bu döngülerin önemlisi, önemsizi yoktur. Hepsi birer bütündür bunların.
Bizimle evreni, varlıkla yokluğu, hiçlikle çokluğu birbirine bağlayan döngülerdir bunlar.
Ama bizim için, DÜŞÜNEN TÜRKİYE için en önemli döngü; DÜŞÜNCE DÖNGÜSÜ’dür.
Bu yüzden, etkin bir insan, sağlıklı bir toplum olmak istiyorsak, yukarıda da söylediğim gibi düşünmeyi, yeni kavramlarla düşünceyi öğrenmeliyiz ve öğretmeliyiz.
BUNUN İÇİN: ALGILARI GÜÇLÜ, KAVRAMLARI NET, DİLİ ZENGİN, ÇOKLU MUKAYESE YAPABİLEN YANİ AKIL GÜCÜ YÜKSEK, HIZLI DÜŞÜNEN YANİ ZEKI BİR TOPLUM OLMAYA YÖNELMELİYİZ.
Kısaca düşünebilen, sorun çözebilen, doğruyu yanlıştan ayırabilen, sonsuz çeşitlilikten oluşmuş bu Dünya’yı kavrayabilen bireyler olmalıyız.
Bu bireylerden oluşan bir DÜŞÜNEN TÜRKİYE olmalıyız.
Yoksa okuma- yazma dahil, hatta sosyal medya dahil bütün iletişim sistemleri bizi başkalarının istediği gibi yönetmeye başlarlar.
Çünkü düşünemeyen özgür olamaz.
Giderek; bizim düşüncemizi içermeyen, bizim oluşturmadığımız zihinlere dayalı iletişim, kişiliğimizin celladı olur. Biz de hiçbir şeyin farkında olmadan celladımızı sever dururuz.
Ama biz bu konuda, düşünceyi öğrenme ve DÜŞÜNEN TÜRKİYE olma konusunda çaresiz değiliz. Bir sürü çıkış yolumuz var.
Her şeyden önce düşünce; öğrenilebilir bir şeydir.
Ne kadar geç kalmış olursak olalım, yeniden başlayabiliriz.
Bunun için mekâna da gerek yoktur. Evde, okulda, toplumda, her yerde öğrenilebilir bir şeydir düşünce. Yeter ki, düşünme çevrimi ve onun kavramları konusunda toplumsallaşmış bir temel eğitim verebilelim.
Böylece doğacak bir toplumsal sinerjiden, DÜŞÜNEN TÜRKİYE ve giderek ortak bir bilinç üretebilen Türkiye’ye ulaşmak mümkün olacaktır.
Bu konuda bizim tarihi alışkanlıklarımız da var.
Biz Türkler; inançlarını bile akıl ölçüsüne vurabilmiş bir milletiz.
‘’Düşünmeyenin, sadece ezberleyenin inancı olmaz’’ diyebilmiş bir milletiz. Dili olmayanın, düşüncesi de olmaz diyerek dil ve düşünce arasında çok sıkı bir bağ olduğunu görmüş, bu yüzden Türkçeye sahip çıkmış bir milletiz biz.
Türkçemiz gibi köklere dayalı, kendi kendini çoğaltabilen bir dille düşünce üretemezsek, sadece bize değil, insanlığa da yazık olur.
Türkçe gibi sadece iletişime yaramayan, tarihsel süreçte bir DÜŞÜNCE DİLİ haline gelmiş bir dile sahibiz.
Türkçeyi ve ona dayalı düşünmeyi hiç bırakmadan, bu dil ve düşünce zenginliğinden, bireysel ve toplumsal bir DÜŞÜNME ALIŞKANLIĞI oluşturmalıyız.
Düşünen Türkiye olma konusu, yeni aklımıza gelmiş bir konu değildir.
Toplumsal meselelerin içinde daha aktif olduğumuz yıllarda bu konunun üzerine çok gittik.
Çoktandır görmediğim eski dostum Tınaz Titiz ile kurduğumuz ve değişimli başkanlık yaptığımız Beyaz Nokta Vakfı ile; ‘’Ezbere Hayır!’’, ‘’Ezbersiz Eğitim’’ gibi kampanyalar yürüttük. Ezberlemeyi değil öğrenmeyi, öğrenmek için de düşünebilmeyi öne çıkarmaya çalıştık.
Çünkü bugün gibi, o gün de toplumsal meselelerdeki çözümün DÜŞÜNEN TÜRKİYE olmaktan geçtiğini biliyorduk.
Bu sayede; o yıllarda, bizim Milli Eğitim Politikamızı yürütenler ‘’Ezbersiz Eğitim’’ demeye başladılar.
O yıllarda Düşünme Eğitimi adlı bir yardımcı kitap bile Bakanlığın referans listesine girdi. Ama sadece o kadar. Daha öteye geçemedik.
Düşünme eğitimini, eğitim sistemimizin temeline koyup, bunu bir toplumsal alışkanlık haline getiremedik.
O zaman tam anlamıyla sonuç alamadığımız bu kavga; bugün, yarın ve daima toplumumuzun en önemli sorunu olarak önümüzde durmaktadır.
Türkler; düşünce eğitimini yaşamlarının temeline koyarak, hep birlikte DÜŞÜNEN TÜRKİYE haline dönüşmelidir.
Bu süreçte Türkçemiz de düşünce dili olarak daha da gelişmeli, bu mükemmel dil ile düşünebilen ve sorun çözebilen bir toplum olmalıyız.
Bana göre; Türklerin geleceği her şeyden önce bu çabaya bağlıdır. Bu konuda çabalamayı hiçbir zaman bırakmamalıyız.
DÜŞÜNEN TÜRKİYE bizim sağlıklı bir geleceğe ulaşmak için tek yolumuzdur.
BUGÜN, TÜRKİYE’NİN ÖNÜNÜ TIKAYAN HER TÜRLÜ SORUNU, TÜRKİYE DIŞINDA ÜRETİLMİŞ KURTARICILAR DEĞİL, KİŞİLER, AHMET’LER, MEHMET’LER DEĞİL, DÜŞÜNEN BİR TÜRKİYE ÇÖZER.
Bu yola girmek için neredeyse artık hiç vaktimiz kalmadı.
Tarih, “Yahudisiz” yazıldığı için, sömürgeciliği, Sterlini ve Britanya’yı, Kapitalist Emperyalizmi, Doları ve Amerika’yı önce Yahudileşen ve giderek şirketleşen bu devletleri anlayamıyoruz.
Yerine oturtamıyoruz olup biteni.
Bu yüzden Filistin’i de anlayamıyoruz.
Devletler üstü Devleti göremiyoruz.
Görsek bile dillendiremiyoruz.
Tarih ”Yahudisiz” yazıldığı için Birinci Dünya Savaşını, Osmanlı’nın parçalanıp paylaşılmasını, oradaki Filistin cephesini de göremiyoruz.
İkinci Dünya Savaşını anlayamıyoruz, onun sonunda oluşmuş Emperyalist Kapitalizm Paradigmalarını ve ona hizmet eden Organizasyonlarını anlayamıyoruz.
NATO’yu, Birleşmiş Milletleri, IMF’i ve benzerlerini yerli yerine oturtamıyoruz
Bunların bugün dünyayı oyalama organizasyonlarına dönüştüğünü göremiyoruz.
Oysa bitti artık bunlar.
Küresel Dünya Şirketi var artık. AI (Yapay Zeka) var, Sanal Gerçeklik var. İnsan beynini işgal var.
Artık CFR, AIPAC, AJC ve diğerleri var.
Yeni dünya düzenini bu Yahudi Örgütler şekillendiriyor.
Bu örgütlerin Facebook gibi, Google gibi, İnstagram gibi Global oyuncakları var.
Oyuncak çok, oynatan tek artık.
Bu kadar çok oyuncak içinde “Yeni Gerçekliği” göremiyoruz.
Bu yüzden yeni dünya düzenini ve onun içinde Türkiye’yi de göremiyoruz.
“Devletler üstü Devletin” gündemi farklı, teknolojisi farklı, niyeti farklı artık.
Artık Dış Politika farklı, diplomasi farklı. Güç diplomasisi var artık.
Türkiye de farklı bir yerde artık.
Türkiye büyük hedefin içinde artık.
Bu iş Gazze’yle, Filistin’le sınırlı değil. Suriye ve Irak’ta da kalmayacak. Oradaki hazırlıklar yıllar önce yapıldı zaten.
Bu yüzden Türkiye büyük hedefin yakınında artık.
Oyunu kuranların gözünde Türkiye; ‘’kendini savunmasına fırsat verilmemesi gereken’’ bir ülke artık.
Bundan böyle, hızlandırılmış bir yakın tarihte Türkiye’yi sıcak bir kaotik gündem bekliyor…
Dedim ya, Türkiye “Büyük Hedef”in içinde artık..
Yeni gözlükler ve yeni tedbirler, yeni “hız”lar lazım bu yüzden.
“Sözde Demokrasi”lerin tek kazananı var artık. Atılan her oy yeni bir iradeye değil, oyunu kurana atılıyor artık.
Garip kumarbazlar ütülüyor, sadece oyunu kuran kazanıyor.
Neyse…
Bu durumda tarihi ve olayları bütün boyutlarıyla görebilen bütüncül bakanların sahipliğine ihtiyaç var artık.
Görüşlerin yeni bir eylemliliğe dönüşmesine ihtiyaç var..
Kimse farkında değil ama herkesin farklı şeyler söyleyip, aynı şeyi yaptığı Kukla Siyaseti bitmek üzere artık…
Ama kimse oyunun bittiğini göremiyor. Yanıltıcı aktörler sahneden inmiyor.
Her şeyi bir arada gören, ”Yahudi’li tarihi” okuyabilen ve bu gözlükle geleceğe bakabilenlere ihtiyaç var artık…
Çare yok, olup biteni anlayıp oradan öteye geçecek, olacak biteceği anlayıp anlatacaklara ihtiyaç var.
Uyuşmuş rahatlıktan geleceğin hamamına girip terleyeceklere ihtiyaç var.
Kim bilir, belki o zaman Filistin meselesini doğru anlar, kimsenin adına değil ama Türkiye ve Türkler adına yeni bir dönemin geldiğini görebiliriz.
Filistin meselesini, orada ne yapıldığını, ardından ne yapılmak istendiğini Araplar adına değil, kendi adımıza değerlendirme zamanı geldi geçiyor.
Bu yüzden bekleyelim görelim değil, beklemeden görelim artık.
Benim ülkem; dağlar, vadiler, dereler ülkesidir. Anadolu’da; her virajı döndüğünüzde, karşıda birkaç dağ tepe, ortada bir küçük ova, bir de akarsu çıkar önünüze. Yani, Türkiye’nin özeti; çok tepe, az ova ve biraz da deredir. Bizim topografik ve ekolojik özetimiz budur.
Biz, son yarım asırda bu topografyada iki büyük ekolojik cinayet işledik.
Birinci Ekolojik Cinayet; zaten çok az olan ova topraklarının üzerine yerleşmemiz, şehirleri oralarda kurmamızdır. Gittik, milyarlarca mikroorganizmadan 4 milyar yılda oluşmuş toprağın, yani o canlı varlığın üzerine beton döktük, şehirler kurduk. Oysa, Anadolu kültürü ovaları tarıma ayırıp, yamaçlara yerleşmenin örnekleri ile doludur. Anadolu’da yaşayanlar toprağın tarım için olduğunu, o zeminin yerleşme için zayıf olduğunu, sağlam zeminin yamaçlarda olduğunu ve de yamaçların insana ufuk kazandırdığını biliyorlardı. Biz ovaların, toprakların üzerine yerleşerek varlığımızı sürdürecek tarımı mahvettik. Binalarımızı zayıf bir zemine oturtup, şehirlerimizi deprem felaketlerine açık hale getirdik. Ve de insanlarımızı ufuksuz bıraktık. Oysa sağlam zeminli yamaçlara yerleşseydik hem ovalar bizi besleyecekti hem depremlere karşı dirençli şehirlerimiz olacaktı. Hem de insanlara ufuk verip, uzaklara baktırıp, belki de geniş görüşlü toplumlar oluşturabilecektik. İşte bu yüzden ova topraklarının üzerine yerleşmek, bizi aç bırakan ve deprem gibi, su baskını gibi felaketlere davetiye çıkaran geri dönüşü olmayan bir ekolojik hatta sosyolojik bir cinayet olmuştur.
İkinci Ekolojik Cinayetimiz ise; ülkenin su işlerini yönetsin diye kurduğumuz Devlet Su İşleri (D.S.İ) eliyle işlediğimiz, doğa dışı müdahalelerin doğurduğu ekolojik cinayetlerdir.
Bu konuyu biraz açalım.
DSİ KAFASI
D.S.İ; ülkenin su işlerini düzenlemek için 1954’te kuruldu. Ama; Devletin Su İşleri bir türlü Doğanın Su İşlerini anlamadı. Onun dilini çözemedi. Doğanın kafasının aksine, başka bir kafayla yaklaştı su işine. Suyu doğanın ayrılmaz bir parçası gibi değil, herhangi bir ekonomik hammadde gibi gördü. İşte biz buna D.S.İ kafası diyoruz. Bu D.S.İ kafası, pek çok yanlışı doğurdu, pek çok yanlışa neden oldu ve ülke ekosistemini kirletip katletti.
D.S.İ kafası; Amik Ovasında ve Konya Ovasında göller kuruttu. Göksu’nun yatağını değiştirdi, Melen’de havzadan havzaya su nakletti. Betonla ve dolguyla bir sürü baraj yaptı, iyi barajlar değil ama zengin müteahhitler üretti.
D.S.İ kafasının bilinen ve görünen bu büyük cinayetlerden ötede, en büyük cinayeti; küçük küçük, parça parça işlediği için hissedilmeyen bir cinayettir. Bunun adı Taşkın Koruma ve Dere Islahı cinayetidir. Başta Karadeniz dereleri olmak üzere, ülkenin kılcal damarları olan derelere karşı işlediği cinayettir. DSİ; ülkenin on bine yakın noktasında derelerin altına ve yanlarına betonlar döktü, onları kanallar içine aldı. Güya, dereleri ıslah etti, taşkınları önledi. Oysa bu betonlamalar selleri azdırdı, taşkınları coşturdu.
Selleri azdıran, taşkınları coşturan D.S.İ kafası bunlardan hiç ders almadı. Derelerin sadece dere olmadığını anlamadı. Derelerin doğanın kılcal sulama damarları olduğunu görmedi. Derelerin yer altı sularının anası olduğunu, etrafındaki canlıları, bitkileri, hayvanları besleyen bir ekosistem olduğunu kavrayamadı. Derelerin tabanlarını betonladı, onun toprakla bağını kesti, dereler toprağa su veremez oldu. Derelerin yanlarını betonladı, onun bitkilerle, hayvanlarla, bahçelerle, bostanlarla ilişkisini kesti.
Doğanın dere mühendisliğini hiç anlayamadı DSİ kafası. Derenin; statik değil, dinamik bir kavram olduğunu, bu seneki derenin gelecek seneki dere olmadığını göremedi. Yağmur yağış ne kadarsa, dere o kadardır bilemedi. Bilse de bunun mühendisliğini çözemedi.
D.S.İ hala dere yatağı ile taşkın yatağını ayıramıyor. Dere yatağı normal derenin, taşkın yatağı yağmurla yağışla büyüyen derenin yatağıdır. DSİ kafası; şimdiki yatağı betonlayıp, kanallayıp; insan hukukunun bile ‘’tescile tabi değil, kimseye ait değil, burası dereye ait’’ diye nitelendirdiği taşkın yataklarının mülkiyet konusu yapılmasına ve imarlaşmasına çanak tuttu. Sonuç olarak dereler betonlandı, taşkınlara davetiye çıkarıldı.
Peki sonra ne oldu?
Tabii ki, doğanın dediği oldu.
O çok yağmurlu gün geldi. Betonlanan dereler taştı, gitti, işgal edilen taşkın yataklarını bastı geri aldı. Geri alırken de, can aldı, mal aldı, işgalcilere pek çok zarar verdi. Herkes D.S.İ kafasının yanlışından doğan bu olaya ‘’sel’’ dedi, ‘’taşkın’’ dedi, ‘’afet’’ dedi. Devlet gitti, kendi yanlışına ağladı, vergi saldı yanlışını fonladı. Zararı günahsızlara yükledi.
Dereleri kanallara hapsetme yanlışı, bir yerde değil yaklaşık on bin yerde yapıldı.
Bu yanlış, Hopa’dan, Arhavi’den Ordu’ya, oradan Kastamonu Bozkurt’a, Bartın’a, Karabük’e, Zonguldak’a, Devrek’e, Gökçebey’e, Çaycuma’ya ve hatta benim kasabam Beycuma’ya kadar her yerde yapıldı.
BEYCUMA’NIN DERELERİ
Benim kasabam Beycuma; etraftaki yamaçlardan kopup gelen iki derenin, Kasımlar ve Yörükler derelerinin birleşip Beylik deresi adıyla Filyos Vadisine doğru aktığı bir düzlükte kuruludur. Beycuma; derelerin getirdiği suyun hayat verdiği bir kasabadır. Benim çocukluğumda; bağ bahçe bu derelerden sulanır, harmanlarda dövülen buğdaylar bu derelerde yıkanır, bu derelerin döndürdüğü değirmenlerde öğütülürdü. Herkes çamaşırlarını bile bu derelerde yıkardı. Yani ya, Beycuma’nın dereleri Beycuma’nın her şeyiydi. Hayat bu derelerin etrafında dönerdi.
Bu üç derenin kenarları; kökleri dere taşları ile iç içe geçmiş bizim Kavlanga dediğimiz, ihtiyar mı ihtiyar çınar ağaçları ile doludur. Dalları suya değen salkım söğütler, gökyüzüne uzanan kavak ağaçları ile kaplıdır. Bahçelerin çitleri, fasulyelerin çubukları evlerin çatıları bu çınarların, söğütlerin ve kavakların dallarından yapılır. Üç derenin etrafı; geniş, yeşil yapraklı kabalaklar, ısırgan otları, kıpkırmızı gelincikler, bembeyaz papatyalar ve küçük mavi çiçekli sabun otlarıyla doludur. Bu dereler, çocukluğumuzda bizim oyun parklarımızdı… Oralarda yüzdük, balık tuttuk, kurbağalarla, kelebeklerle ve daha bir sürü canlıyla orada tanıştık. Onlarla bir bütün ve yaşam ortağı olduğumuzu hiç kimse bize öğretmedi, biz bunu o ortamdan, yani doğadan öğrendik.
Sonra bir gün, D.S.İ kafası geldi, dereleri betonladı, kanallar içine aldı. Beton kanallar, derelerin doğayla ve insanla bağını kesti, kopardı, ayırdı. Derelerin ara sıra çoğaldığında yayıldığı ve sessizce çekip gittiği taşkın alanların üzerine yerleşildi. Taşkın alanları işgal edildi. Beton kanallara hapsedilmiş dereler bu işgallere 20-30 yıl ses çıkarmadı. Ama iki hafta önce geldi, kendi taşkın alanına yerleşmiş, yerleştirilmiş insanlarımızın malını mülkünü aldı götürdü. Yani, Arhavi’de, Ordu’da, Bozkurt’ta ve diğer yüzlerce yerde olanlar benim kasabamda da oldu. DSİ kafası yüzünden oldu.
BU BETON VAR YA BU BETON
Bu beton var ya bu beton, hayatımıza 1940’larda benim doğduğum yıllarda girdi. Bina, yol, köprü ve kanal oldu. Bugün bu beton, biyosfer dediğimiz canlı küremizin %90ınını oluşturan, çalı ve ağaçların kütlesinden daha çok yer işgal ediyor. Antropojenik, yani insan yapısı malzemelerin %80inini bu beton oluşturuyor. Ama sonsuza kadar yaşamıyor beton, onun da bir ömrü var. Kötü betonlar 15-20 yılda, en iyisi 50-60 yılda çürüyor, taşıma gücünü kaybediyor. Atık hale dönüşüyor ya da çöp oluyor. Yani ovalarımızın üstüne, derelerimizin etrafına döktüğümüz ömürsüz zannettiğimiz betonlar çöp oluyor, şehirlerimizin ve insanlarımızın felaketi oluyor. Çürüyen betonlar ovalarda depremle, derelerde su baskınlarıyla kolayca yıkılıyor, evimizi, eşyamızı ve en önemlisi canlarımızı alıp götürüyor. Biz de fırsatçıların yanlış kullandığı, ya da en iyisinin bile giderek çürüdüğü bu betonları hala çare olarak görüyoruz. Onu çağdaşlık zanneden garip bir kafayla yaşıyoruz. DSİ’de bu kafada. Bir betondur tutturmuş gidiyor. Bulduğu her yere beton döküyor. Başka çözümler aramıyor.
AVRUPA NE YAPMIŞ ?
Biz hep yaparız ya… Baştan düşünmeyip sonunda başımıza bir şey geldiğinde, Avrupa ne yapmış diye bakarız ya, şimdi de öyle yapalım. Bakalım, Avrupa bu konuda ne yapmış. Onlar da çok eskiden, dere yataklarını betonlamış, sonra bunların zararlarını görünce hatalarını restore etmeye, diğer bir deyişle düzeltmeye başlamış. Bunun için bir ‘’Avrupa Nehir Restorasyon Merkezi’’ kurmuş. Yeni bir yaklaşım üretmiş. Onlar çoktandır, akarsuların kenarlarına çekilen beton duvarları yıkıyorlar, dereleri eski haline getiriyorlar, yani restore ediyorlar. Akarsuların; taşkın havzalarıyla ilişkisini yeniden kuruyorlar. Derelere yataklarını geri veriyorlar. Anlamışlar ki, taşkınları önlemede en önemli şey, milyonlarca yılda oluşmuş taşkın yataklarını korumaktır. Artık onlar, taşkın yataklarını koruyor ve hatta ağaçlandırıyorlar. Taşkın yatakları suyu yutuyor, ağaçlar da toprağı tutuyor. Böylece selin hızı yavaşlıyor. İşte doğaya uyumlu tedbir bu. Devletin Su İşleri kafasına değil de, Doğanın Su İşlerine bakarak yaşamak bu.
Avrupa Nehir Restorasyonu
Biz de, Doğanın Su İşlerine bakmalıyız. Çünkü artık başka çare yok. İklim değişikliği dediğimiz, doğayı yanlış kullanmaktan doğan olay artık deprem ve su baskını gibi afetleri tetikliyor. Geçmişten daha çok depreme, su baskınına ve toprak kaymalarına hazır olmalıyız.
Birleşmiş Milletler (BM) IPSS İklim Raporu 2100 yılına kadar, kıyı bölgelerinde yaşayan milyonlarca insanın artık geçmişten daha çok su baskını ile karşılaşacağını ve daha büyük sel felaketine maruz kalacağını söylüyor. Çünkü, karbonik kirlenme, küresel ısınmaya, bu ısınma da su çevriminde hızlanmalar ve meteorolojik afetleri doğuruyor. Artık biz de görüyoruz ki, felaketler giderek arttı yaklaşık her yıl 200ü aşkın su baskını ve yüzlerce heyelan ile boğuşuyoruz.
ASLINDA SORUN EKOLOJİKTİR
VE BİRER EKOLOJİK FORM OLAN HAVZALARA YAKLAŞIM SORUNUDUR
Başlıkta söylediğimiz gibi; aslında sorun, su baskını veya heyelanla sınırlı değil, depremler, orman yangınları yani tüm ekolojik felaketleri içine alan bir bütüncül sorundur. Bu yüzden konu; ekolojik bir zeminde incelenmelidir. Ekolojik formların somutlandığı yerler olan havzalar bazında incelenmelidir. Bu yüzden, havzalara yaklaşımlarımıza yakından bakmak konunun anlaşılmasına yardımcı olacaktır sanıyorum.
Türkiye, 26 havza üzerine kurulu bir ekosistemdir. Bu havzalara genellikle, havzaya hayat veren akarsuların adı verilir. Kızılırmak havzası gibi, Sakarya havzası gibi, Filyos havzası gibi.
Akarsuların biçimlediği havzalarımız, havzalarımızın ovaları, toprakları, ormanları, yanlış yaklaşımlar yüzünden maalesef sellere, heyelanlara, depremlere, yangınlara, kısaca tüm doğal felaketlere açık hale gelmiş durumdadır. Aslında bunlar ayrı ayrı felaketler değil, bir felaketler bütünüdür. Topluca, ‘’ekolojik felaketler’’ diyoruz bunlara. Birbirine bağlı bu ekolojik felaketleri bir bütün olarak ele almadan, karbonik kirlenmeyle, küresel ısınmayla, hava ve su çevrimindeki bozulmayla ilişkilendirmeden çözemeyiz.
Vadilerdeki suya, toprağa, ormana, doğanın ayrılmaz bir parçası gibi değil, herhangi bir ekonomik hammadde gibi bakarsak bu felaketleri çözemeyiz. Artık konuya; su mühendisliği, toprak mühendisliği, orman mühendisliği gibi parça parça tekniklerle yaklaşarak da çözemeyiz. Bu konunun çözümüne ‘’ekolojik mühendislik’’ yaklaşımı ile bakmalıyız. Ekolojik Mühendisliğin Referanslarını da doğada aramalıyız.
Özetle, kafayı değiştirmeliyiz.
Unutmamalıyız ki; bu hafzalar, bu havzaların havası, suyu, toprağı, ormanı, kurdu, kuşu, kısaca ekolojisi bu ülkenin temel servetidir. Geleceğidir. İşte bu yüzden, ülkemizi gerçekten korumak, gerçekten savunmak istiyorsak, sadece coğrafi sınırları değil, ekolojik sistemleri de korumalıyız.
HAVZALARDAN BİR HAVZA; FİLYOS HAVZASI
Havza havza demişken, kırk yıldır Zonguldak’ın gündeminde olan son günlerde de doğalgaz nedeniyle ülke gündemine oturan Filyos Havzası’na yakından bir bakalım. Bu bakış, diğer havzalar için de açıklayıcı olacaktır.
İlkin Filyos vadisinin topografisine ve hidrolojisine bir göz atalım. Sonra bu vadide; benim başında bulunduğum bir grup tarafından, taa 1983’lerde hazırlanan Filyos Vadisi projesine de bir göz atalım. Bu vadiye ve projeye DSİ kafasının yaptığı ekolojik cinayetleri gözden geçirelim. Sonunda söyleyeceğimizi baştan söyleyelim. DSİ; ne Filyos Vadisinin hidrolojisini ne de Filyos Vadisi projesinin temel felsefesi ve yaklaşımını bilmeden buraların kaderiyle oynuyor ve büyük ekolojik cinayetler işliyor.
Filyos havzası, ülkedeki 26 havzadan biri ve Batı Karadeniz’in tek havzasıdır. Filyos havzası; Zonguldak, Bartın ve Karabük illerinin ortak omurgası ve ortak ekolojik sistemidir. Filyos havzasına, bu üç vilayetin dereleri ve bunun ötesinde Bolu’dan Kastamonu’dan, Çankırı’dan pek çok kol su taşır. İki ana aksta toplanan bu kolların toplam uzunluğu 600 km’ i bulur ve bu kollar 2.000 m yüksekliğindeki dağlardan, ormanlardan başlar, kuş uçuşu 150 km’de 2000 m yükseklikten denize iner. Yani havzadaki suların akış hızı çok yüksektir. Bu yüksek hızlı akışlar denize 40 km kala birleşir ve büyük bir taşkın havzası oluşturarak denize dökülür. Bu taşkın havzasının mühendisliğini binlerce yıldır doğa usta yapmış, kendi yatağını ve taşkın havzasını oluşturmuştur.
Yukarıda bahsettiğimiz gibi, bu havza üzerine 1983’lerde başlayan bir çalışma ile Filyos Vadisi Projesi adını verdiğimiz bir proje oturttuk. Bunu yaparken, ilk gözetilen şey vadinin bir taşkın havzası olduğu ve çok zengin bir ekosisteme sahip olduğu gerçeğiydi. Bu yüzden ırmağın kurallarını gözeterek önce vadinin ucunda çok fonksiyonlu bir liman yapma kararı alındı ve 1983 bütçesine, liman için etüt bedeli konuldu. Bu limanın hızlı ve kestirme bir tren yoluyla Ankara’ya ve İç Anadolu’ya bağlanması düşünüldü. Sonra limanın bir Ro-Ro limanı haline getirilerek 480 km uzaklıktaki Köstence’ye, oradan da Tuna Su Yoluyla Avrupa içlerine kadar yük taşınması düşünüldü. Böylece Anadolu’daki üretim Karadeniz’e ve Avrupa’ya kadar ulaştırılabilecekti. Bu yolla Karadeniz İç Ticareti geliştirilecekti.
Sonra bu vadide ırmağın varlığını inkâr etmeden ve vadi ekolojisini bozmadan kirletmeyen bir sanayi kurmak, tarımı bütün vadiye yaygınlaştırarak organikleştirmek ve bölgenin emsalsiz zenginliklerini turizme açma hedeflendi.
Bu yaygın ve ekolojik yaklaşım sonucu, Filyos’tan Çaycuma’ya, Gökçebey’e, Devrek’e, Dirgine’ye, Beycuma’ya, Yenice’ye ve Karabük’e kadar tüm vadinin yatırıma ve istihdama kavuşturulması hedeflendi. Şimdi olduğu gibi, sadece liman etrafında toplanan bir kirletici sanayileşme hiç öngörülmedi.
Bütün bunlardan amaç; madenden başka alternatifi olmadığı için, yer altına girip oralarda ölüp kalan Zonguldak’lı Türkmen köylülerin yer üstüne çıkarılması, bölgeyi geleceğe hazırlama ve kömür istihdamına mecburiyetten kurtarılmasıydı. Böylece bu proje; bölgeyi ekolojik bir gözlükle geleceğe hazırlama, kömürün kirleticiliğinden ve öldürücülüğünden uzak bir istihdam oluşturma niyetiyle yola çıktı.
PEKİ ŞİMDİ FİLYOS VADİSİNDE NELER OLUYOR?
Yukarıda söylemiştik; DSİ kafası bu havzayı ve bu havzaya dayalı projeyi hiç anlamamakta, burada büyük ekolojik cinayetler işlemektedir.
İşlenen en büyük ekolojik cinayet, Köroğlu dağlarından inen suları Filyos ırmağına taşıyan ve Filyos ırmağının suyunun yarısını veren Ulusu deresinin önünün kesilerek Ankara’ya yönlendirilmesidir. Bunun için DSİ 6 metre çapında 30 kilometre uzunluğunda Gerede’den Çamlıdere’ye bir tünel açmış, Işıklı’da bir regülatör kurarak ve Ulusu deresinin sularını Ankara’ya aktarmıştır. Yani Filyos Vadisinin can damarı olan sular Ankara’ya aktarılmakta, vadi kurutulmakta, ve giderek yok edilmektedir.
Bu büyük ekolojik cinayetin peşi sıra, D.S.İ kafası Çaycuma’da, Gökçebey’de, Devrek’te, Beycuma’da, kısaca Filyos ırmağını besleyen her derede, taşkını önleme ve dere ıslahı adına dere yataklarını daraltıp, beton kanallar yapmıştır. Bu beton kanallar oralarda seli ve taşkını önlememiş, tam tersine azdırmıştır.
Yine aynı DSİ kafası, Filyos Vadisinin denize doğru 40 km uzunluğundaki taşkın yatağını seddelerle daraltmış, seddelerin dışındaki alanları, yani ırmağın taşkın havzasını ırmağın elinden alarak, mülkiyete konu edilmesine ve imarlanmasına neden olmuştur.
Bugün Bakacakkadı’da binlerce yıllık taşkın havzası üstüne TOKİ konutları ve sanayi siteleri yapıldı. Taşkın havzasına 40 yıl önce yapılmış köprülerin altı dolduruldu. Su geçişleri tıkandı. Artık Filyos çayı taşkınlara köprülerin üçte birinden akıyor.
Sonuç olarak, DSİ’nin yaptığı seddeler ile ırmak yatağı ile, ırmağın taşkın havzası ayrılmış, taşkın havzaları mülkiyetlenmiş ve imarlanmıştır. Bunun sonucu olarak, Filyos Projesinin ana ilkeleri unutulmuş, Filyos projesi DSİ projeleri yoluyla bir toprak kazanma projesine dönüşmüştür. Bu büyük ve geri dönülmez bir hatadır. Taşkın havzasını yok ederek, toprak kazanma amaçlı böyle bir yaklaşım, Filyos Projesinin temeli olamaz. Olsa olsa Vadiyi, sürekli su taşkınlarına uğratarak gelecekte tamamen yok edecek bir ekolojik cinayet olur.
Akla bile getirmek istemiyoruz ama, şimdilerde birkaç yılda gördüğümüz seller ve taşkınlar gelecekteki iklim krizlerine dayalı meteorolojik sağanaklar ve onun sonunda oluşan seller ile bütün havza yok olabilir. Bir gün gelir, ırmak ondan aldığınız bu taşkın yataklarını tamamen geri alır. Üzerine yaptığınız konutlar ve iş yerleri sahiplerini malsız bırakır, yoksul eder. Bunun acısı ve maliyeti sadece Zonguldak’ta kalmaz, bütün ülkeye yayılır.
Belki o gün, bu büyük zararların şahsi sorumluları bulunmaz ama, ben bugünden ilan ediyorum; ‘’Bu muhtemel afetlerin sorumlusu; su nedir, taşkın nedir, iklim değişikliği nedir, gelecekteki meteorolojik afetler ve onun sonucu doğacak düzensiz ve anormal yağışlar neler getirecektir diye düşünmeyen ve bunları sorgulamayan ekolojiden ve gelecekten bihaber kafalardır.
ARTIK BÜTÜN DÜNYA BİLİYOR
Patlayan Dünya nüfusunun ve yanlış teknolojiler kullanmanın dünya ekosistemini çok hızla bozduğunu, bu hızlı bozulmanın ekolojik felaketleri daha da artıracağını artık bütün Dünya biliyor. Biz de bilmeliyiz. Kafalarımızı değiştirmeliyiz. Çözüm arayışlarını hızlandırmalıyız.
Eğer bu ekolojik felaketleri önleyemezsek, felaket sadece felaketzede üzerinde kalmayacak, önce toplumsal vicdan harekete geçecek, insanlar yardımlaşmaya çalışacak ama bu çaba da yeterli olmayınca kafalarını ekolojikleştiremeyen ve bu sorunlara çare bulamayan iktidarlar bu felaketleri vergilerle tüm topluma yayacaklardır. Böyle bakınca sorun hepimizin sorunudur. Bütün dünyanın ve insanlığın sorunudur.
BEN DEMİŞTİM’LER
Bütün bu anlattığım çerçevede, ilk tasarımını yaptığım ve çok emek ve gönül verdiğim Filyos Vadisi Ekolojisi ve Filyos Vadisi Projesi için, ben demiştim başlığı altında bazı gözlemlerimi ve önerilerimi sıralayacağım:
Vadinin planlamasında ve mühendisliğinde artık modası geçmiş lineer mühendislik yerine bütün doğal boyutları bir arada ele alan ekolojik mühendislik esas alınmalıdır. Binlerce yıldır doğanın vadide yaptıkları esas alınmalı ve onlara karşı durulmamalıdır.
Vadiye su veren kaynaklar; miktar ve kalite olarak korunmalı, vadiyi kirletici her tülü müdahale baştan engellenmeli, en önemlisi vadi suyunun Işıklı Regülatörü ile yapıldığı gibi başka havzalara aktarılmasına engel olunmalıdır.
Filyos’a su veren dereler, dere ıslahı ve taşkın koruma adına beton kanallara alınıp, çevre yerleşmeler sel ve taşkınlara mahkum edilmemelidir.
Ana ırmağın; özellikle denize doğru son 40 km’lik taşkın yatağı korunmalı, seddelerle arsalaştırılıp imarlanmamalıdır. Taşkın yataklarına yapılan yatırımların gelecekte herhangi bir gün küresel ısınmaların aşırı yağışları ile büyük felaketlere dönüşebileceği unutulmamalıdır.
Vadi ekosistemini esas alan ve projeyi yüksek teknolojili kirletmeyen sanayi, organik tarım ve turizm ekseninde Filyos’tan Çaycuma’ya, Gökçebey’e, Yenice’ye, Devrek’e, Dirgine’ye ve Beycuma’ya, kısaca tüm vadiye yayan yaygın anlayıştan vazgeçilmemelidir. Filyos projesi, limana ve liman çevresindeki kirletici sanayiye indirgenmemelidir.
Merkezden atanmış oligarşik Vadi Yönetimi terk edilmelidir. Onun yerine havzanın Yerel ve Mahalli İdarelerine, Ticaret ve Sanayi Odalarına ve konuyla alakalı Sivil Toplum Örgütleri’ne dayalı ama uluslararası yeterlilikte ekolojik bakışı olan teknolojik lojistik, organik tarım ve eylemli turizm birikimi olan profesyonel bir Vadi Yönetimi kurulmalıdır. Havza ile havzada yaşayan insanlar arasında akıl ve gönül bağı kuracak Sivil Toplum Örgütlerinin geliştirilmesi ihmal edilmemelidir.
Proje, çevredeki tüm çevreyle, Karabük’le, Bartın’la ve kendini uzakta hisseden Ereğli’yle ve hatta tüm Batı Karadeniz’le bir ekonomik entegrasona kavuşturmalı onları da içeren bir ekonomik model kurulmalıdır.
Projenin can damarının İç Anadolu ile kurulacak hızlı yük transferi olduğu unutulmamalı, Ankara ile Gerede’yi tünelle geçecek bir hızlı yük tüneli bağlantısı mutlaka gündemlenmeli ve gerçekleştirilmelidir. Hedef; ‘’Ankara bir saat’’ olmalıdır.
Projenin ilk tasarımında yer alan Köstence Ro-Ro bağlantısı ve Tuna Su Yolu ile Avrupa içlerine kadar ulaşan bir ticari kanal fikri gündemden düşürülmemelidir.
Belki böylece Filyos Vadisi bir afet odağı olmaktan çıkarılır, Filyos Vadisi Projesi de 1983’lerde tasarlanan ekolojik ve efektif çizgisine geri döner.
UNUTMAYALIM!
Görüyoruz ki, sular seller giderek coşuyor. Heyelanlar her yerde, depremler ve yangınlar kapıda.
İnsanın fiziksel evrimi binlerce yıl sürüyor belki ama, insanın bilgi ve bilincinin evrimi bir ömre sığıyor. Evrilen bilgi ve bilincimizle ömrümüzün geçmişine dönüp baktığımızda yeni şeyler görüyor, yeni değerlendirmeler yapabiliyoruz. Özellikle; içinde büyüdüğünüz genetik ve kültürel ekosistem daha anlamlı biçimde değerlendirilebiliyor, o zaman anlayamadığınız kelime ve deyimleri çözebiliyorsunuz. Ben de bugünlerde farklı araştırmalar yaparken 70 yıl önceki yıllarda, çocukluğumdaki bazı deyimleri çözebiliyor, anlamlandırıyor ve sevinip, gülümsüyorum. Çocukluğumdan aklımda kalan, o zaman anlamlandıramadığım Hesafen deyimi de bunlardan biri. Bugünlerde; Türk Bilim Tarihi, Türk Bilim insanlarının batıya etkileşimini araştırıyorum. Görüyorum ki; özellikle MS. 1000’li yıllarda Türkler, genlerinde var olan doğayı referans alarak, çeşitli ve bütüncül düşünme becerileriyle, her şeyi her şeye bağlayabilen ve her şeyden haberli pek çok bilim insanı yetiştirmişler, o zamanki bilim ve teknolojiye damga vurmuşlar. Felsefeden astronomiye, biyolojiden tıbba, coğrafyadan yön bulma teknolojisine, cebirden geometriye bütün bilimlerden haberli Biruni, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun, Harezmi gibi pek çok bilim adamı yetiştirmişler. İtalyan Rönesansından çok önce, Hazar çevresinde adeta bir Türk Rönesansı yaşamışlar, bugünkü batı biliminin temelini oluşturmuşlardır. O zaman Türkler Arapça alfabe kullandığı için Arapça ve Farsça yazan bu Türk bilim adamları kasıtlı olarak İslami ve Arap olarak damgalanmışlar, Arap emperyalizmine kurban edilmişlerdir. Bu Türk Bilim adamlarının eserleri; Mısır, Kuzey Afrika ve Endülüs yoluyla batıya taşınmış, Endülüs’te Tercüme Evlerinde Yahudi mütercimlerce Latinceye çevrilmiş ve batı aydınlanmasının temellerini oluşturmuşlardır. Bu bütüncül düşünme, her şeyden haberli olarak bilim yapma hali batıya bulaşmış. Mesela Leonardo da Vinci gibi; astronomiden, fizikten, tıptan, geometriden, mimariden, heykelden, resimden anlayan ve adlarına ‘’Polimat’’ denilen bilim insanları türemiştir. Batılının Latince Polimat dediği; her şeyden haberli bu insanlara doğuda ne denildiğini merak edip araştırdığımda ‘’Hezarfen’’ kelimesi çıktı karşıma. ‘’Hezar’’ Farsçada ‘’Bin’’ demek, ‘’Fenn’ de ‘’bilim’’ demek. Böylece Türkler bilim insanlarına ‘’Bin Bilimli’’ anlamına gelen Hezarfen demişler o yıllarda. Mesela; Osmanlı döneminde, ilk uçuş denemesini yapan Ahmet Çelebiye ‘’ Hezarfen Ahmet Çelebi’’ denilmiştir. Giderek çok bilen, elinden her şey gelen, bin türlü işi beceren insanlara Hezarfen denilmiş, yani bir anlamda bu bilimsel kavram halka indirilmiştir. Nerden mi biliyorum? Bu kelimelerle tanışınca, bizim kasabada, Beycuma’da, çocukluğumda yaşayan 70 yıl önceden tanıdığım; akrabamız ve amcamın kayınpederi Hesafen Molla Ahmet Amca geldi aklıma. Hesafen Molla Ahmet Amca, marangozluktan demirciliğe, terzilikten ayakkabıcılığa, her şeyden anlar, Safranbolu konağından değirmene her türlü yapıyı yapabilir, taş köprü ve minare gibi o zaman için yüksek teknolojili sayılabilecek projeleri gerçekleştirebilirdi. Bizim çevrede herkes, her türlü problemin çözümü için ona giderdi, o da her sorunu çözerdi. Bu yüzden çok sevilen, sayılan ama bir o kadarda mütevazi ve güler yüzlü bir insandı. Upuzun boylu ve uzun uzun adımlarla yürüyen, bu yüzden de hep fark edilen bir adamdı. İki torunu; Saim ve Sami Gökmen de bize örnek gösterilen sakin, saygılı ve çok sevilen iki üniversiteliydi. Daha sonra Saim abiyle haberleşemedim. Ama Sami Abi, bankacı oldu ve bir bankanın Bölge Müdürlüğünden emekli oldu. Onunla ara sıra görüşüyorum. Neyse… İşte böyle böyle, ‘’Hezarfen’’i öğrenip Hesafen Molla Ahmet Amca’nın ‘’Hesafen’’ının Hezarfen’den geldiğini, Hezarfen kelimesinin bizim Türkmenlerin ağzında Hesafana dönüştüğünü çözdüm. O zamanın Türk toplumunda bilimle halkın nasıl yakın olduğunu anladım, deyimlerin biraz bozulsalar da yüzyılları aşan bir kültür taşıyıcısı olduğunu gördüm. Hesafeni çözdüm, anladım ve çok sevindim. Mutlu oldum. Ben böyleyim işte… Bilince mutlu oluyorum. Yaşadığımı hissediyorum. İşte düzelterek yazıyorum. Hezarfen Molla Ahmet Amca, Ruhun şad olsun. Çok bilen, elinden her iş gelen, bin türlü işi becerebilen. Hezarfen Molla Ahmet Amca… Ruhun şad olsun, Hezarfen sıfatın soyumuza gurur olsun…
Geometrinin evrimi, insan düşünce tarihinin de evrimidir. İnsan önce, bir çizgi üzerindeki bir noktayı düşünmekle, bir noktayı kendisi ile izah eden bir geometri ile yola çıkmıştır. Biz bu evreye lineer geometri ve lineer düşünme evresi diyoruz.
Daha sonra bir noktayı, iki nokta ile izah eden apsisli ordinatlı Kartezyen yani yüzey geometri ortaya çıkmıştır. Kare, dikdörtgen, üçgen, daire gibi yüzeyler geometrinin ve düşünmenin temeli olmuştur. Biz bu evreye Kartezyen geometri veya Kartezyen düşünme evresi diyoruz.
En sonunda bir noktayı, sonsuz nokta ile birleştirerek tanımlayan holistik geometri yani holistik düşünme biçimi ortaya çıkmıştır. Bir noktayı çok noktaya bağlamak, doğanın oluşumunu da izah eden temel gerçekliktir. Doğada da her şey birbirine bağlıdır. Hatta zaman bile, geçmişle gelecek bile sonsuz sayıda bağlantı ile birbirine bağlıdır. İşte bu holistik yapı, zamanın ve doğanın da temeli olan bu gerçeklik; çoklu düşünebilme, her şeyden haberli olma ve her şeyi, her şeye bağlayabilme becerisi, tasarımın da temelidir.
Diğer bir deyişle, her şeyden haberli olan ve her şeyi her şeye bağlayabilen böylece bütünü düşünebilen insanlar holistiktir. Holistik olmak da, tasarımcı olmanın temelidir.
En zor tasarım biçimi ise, sonsuz bileşenden oluşan bir geçmişten bir geleceğe yürüyen, toplumsal tasarımdır.
Buradan bakınca da, Atatürk; bir ulus ve bu ulusa bir devlet tasarlayan, o ulusun geçmişini bilen ve onu geleceğe taşıyabilen ve en önemlisi de bu tasarımını hayata geçirebilen bir büyük tasarımcıdır.
İnsanlık tarihinin en büyük tasarımcısıdır.
Dilden tarihe, alfabeden geometriye, arkeolojiden teknolojiye, geçmişinden geleceğine, kısaca Türk ulusunun yaşamındaki her şeyine hakim olan Atatürk, Türklerin ulus ve devlet tasarımcısıdır.
Atatürk’e onlarca yüce sıfat yakıştırılabilir. Hepsi de yerini bulur. Ama bana göre Atatürk, her şeyden haberli, her şeyi her şeye bağlayabilen holistik bir düşünce yapısına sahip bir büyük tasarımcıdır. O, yok edilmeye çalışılan Türk soyunu bütün bileşenleri ile tanıyan ve onu geçmişten geleceğe taşıyabilen, türkleri bir ulus haline getirebilen ve bu ulusa bir devlet tasarlayabilen bütün çağların en büyük tasarımcısıdır.
Hiç abartmadan söyleyelim ve tekrar edelim, Atatürk insanlık tarihin gördüğü en büyük tasarımcıdır.
BU YÜZDEN, TARİH VE TÜRKLERONA EBEDİYEN BORÇLUDUR….
İnsan, enerjiyi kendi dışında aradı yıllarca. Kendi dışındaki enerji potansiyellerini; odunu, kömürü, petrolü, doğalgazı ve hidroelektriği üretmeye, dağıtmaya, kullanmaya yöneldi. Sonra bu karbonik ve fosil yakıtlara ‘’kirli’’ dedi, ‘’zararlı’’ dedi. Sonra gitti, yine kendi dışındaki; termal, rüzgar, güneş gibi enerjileri kendi kullanacağı hale getirmeye çalıştı. Yani insanın enerji gündemi, hep kendi dışında oluştu.
Sonra bu gündem evrenselleştirildi. Dünya gündemi, bu enerji anlayışına oturtuldu. Enerji kavgaları ve savaşları dünya düzeninin temel meselesi oldu.
Sonuç olarak; insanın enerjiyi kendi dışında aradığı bu eksik enerji algısı ve kavram kargaşası, insana kendisinin ve yaşamının bir enerji olduğu gerçeğini unutturdu.
Oysa; yaşam, tümüyle bir enerjidir, hatta daha doğru bir deyişle YAŞAM BİR ENERJİ DÖNGÜSÜDÜR.
Yaşamda var olan bütün unsurlar; insan, hayvan, bitki gibi canlı dediğimiz unsurlar ve cansız dediğimiz taş, toprak ve tüm maddeler hatta hava, hatta su, hatta toprak, yaşamda var olan her şey ama her şey bir enerjidir, bir enerji formudur.
Yaşamda canlı cansız ayrımı yoktur. Farklı frekanslarda dönüp duran enerji formları vardır. Bir enerji formu olan yaşamdaki her şey parça parça da değildir. Hepsi bir bütündür. Bu bütün bir döngüdür ve döngü canlılığın gerçek adıdır.
Sözün özü; dünyada her şey enerjidir, canlıdır, parça parça değil bir bütündür, dönüp duran bir bütündür. İnsanoğluna düşen temel görev; döngüye katılamayan sentetik maddeler üreterek, yaşam denilen bu döngüyü tıkamamaktır. Çünkü, bu döngü durursa yaşam da durur, her şey sona erer.
Bu güne kadar insan, kendi dışındaki enerjinin ısı, ses, ışık gibi formları ile uğraştı hep. Kendi içindeki enerjiyi kavramaya yönelmedi. Kendi fiziki formunun; kasının, kemiğinin, tırnağının, saçının, yediğinin, içtiğinin enerji olduğunu bilemedi. Bunun sonucu olarak da kendi sağlık arayışlarını doğru yönlendiremedi. İnsan varlığının bir enerji olduğunu kabul edip sağlık arayışlarını enerji temeline oturtamadı.
Hele hele, düşüncesinin ve sevgisinin de birer enerji formu olduğunu hiç bilemedi.
İnsanın algılarından, kavramlarından, dilinden, hafızasından, hafızasındakileri mukayese etmek demek olan akıldan ve akıl yürütme hızı olan zekadan oluşan düşünme eylemi de bir enerjidir ve o da bir döngüdür.
Son olarak, düşünceden de hızlı, yani en hızlı enerji formu olan sevgiye gelelim….
Sevgi; bir insanın bir insanla, bir erkeğin bir kadınla kurduğu bir ilişki biçimi değildir yalnızca. Sevgi, insanın insanla, hayvanla, bitkiyle, doğayla ve en önemlisi yaşamla kurduğu iletişim ve bütünleşme arayışıdır.
Yani diğer bir deyişle; yaşamdaki döngülerle iletişim ve bütünleşme arayışı olan sevgi; enerjinin düşünceden de hızlı bir halidir.
Sevgi; salt, spiritüel (ruhsal) bir kavram da değildir. Yani, maddenin dışında olan spiritüel (ruhsal) bir olgu değildir sevgi. Tam tersine maddenin içindedir, maddenin enerjiye dönüşmüş halidir, enerjinin frekansı en yüksek ve en rafine halidir.
Bu haliyle sevgi, insanın ulaşması gereken en üst iletişim becerisidir.
Bir enerji biçimi olan düşünce ve sevgi, diğer öğrenme biçimleri gibi ‘’öğrenilebilir’’dir.
Şayet, bir enerji formu olan ve sorun çözmenin temeli olan düşünmeyi ve yine bir enerji formu olan diğer yaşam unsurları ile iletişim kurma becerisi olan sevgiyi öğrenilebilir hale getirirsek ve yaygınlaştırabilirsek, bilim ve bilimsel gelişmeler yeni bir ivme kazanacaktır. Böylece, bugün toplumdan kopuk olan bilim de yaygınlaşıp toplumsallaşabilecektir.
Sonuç olarak; enerjiyi insanın dışında arayan bugünkü eksik enerji algımızı, ENERJİNİN YAŞAMIN, DÜŞÜNCENİN VE HATTA SEVGİNİN KAYNAĞI OLDUĞU GERÇEĞİNE TAŞIYABİLİRİZ.
Yılbaşları ve diğer özel günler; modernite adına bireyselleşen ve birbirinden uzaklaşan insanları, birazcık da olsa birbirinize yaklaştıran, “hatırlanma” denilen şifanın servis edildiği güzel zamanlardır.
Bu güzel zamanlar eskiden; el öpülerek, kucaklaşılarak, enerji doğrudan aktarılarak kutlanırdı…
Sonra; kartpostallara, telefonlara kaldı kutlamalar… Ama yine de kişiye özeldi. Sonra dijital dönemde politikacıların ve reklamcıların samimiyetsiz, kişiden uzak toplu kutlama mesajları dönemi başladı… Gönderici odaklı, alıcının yok edildiği günler, bugünler geldi…
Ben kendimce ne böyle bir şey yaptım, ne de bunlara cevap verdim. Kutlamada birebir iletişimi hiç kaybetmedim… Aradım, arandıysam cevap verdim.
Bizim Türkmen örfünde, Beycuma Beylerinin kültüründe arama hiyerarşisi bellidir. Küçük arar, büyük cevaplar.
Çocukluğum ve gençliğim; gitmekle ve aramakla geçti… Hayli yaş aldım artık…Çaldığım kapılar, çalınan kapıya dönüştü, açtığım telefonlar, susmayan aramalara dönüştü…
FARKINA VARMAK Yaşamın amacı; bilmek ve farkına varmaktır, diye öğretti bize sülale okulu… Bizim başöğretmen Az’zabla, Beybabamı, dayımı ve beni yani bizim üç kuşağı da yetiştiren Az’zabla “Bilen doğruyu yanlışı farkeder, farkeden de dölü farklı eder” derdi.
Fark etmenin önemini anlatırdı. Çalıştırır, denettirir, öğretirdi…
Bir sabah ışığında, ışığa gitti…
Gitmeden de; Ramazanın sağlıkla, Cumhuriyetin milletle, 23 Nisan’ın çocuklar üzerinden gelecekle ilişkisini ondan öğrendim. Sonra, öğrenmeyi öğrendim, farkındalıklarım arttı, özel günleri de fark etmeyi öğrendim.
Anneler gününü bir genetik enerji günü, MİTOKONDRİ günü olarak kutluyorum mesela… Yaşam enerjimin annemden geldiğinin farkındayım… Annemi gerekçeli olarak, farkında olarak seviyorum.
YILBAŞI FARKINDALIĞI Benim, “yıl ve yeni yıl farkındalığım” şöyledir. Bir kere giden yıl, gelen yıl yoktur. İçinde yaşadığımız ”Evimiz Dünya” ile enerji kaynağımız, varlık sebebimiz “Güneş” etrafında bir tur daha attık sadece… Hep olduğu gibi 4,5 Milyar yıldır olduğu gibi… Adına “yıl” dediğimiz bir tur daha attık. Malum; Dünyanın yaşı Zirkonyum Kristalleri üzerinde yapılan radyometrik tarihlendirme ile 4,5 Milyar yıl olarak tespit edildi.
Esas farkındalık şu: Biz birkaç yüz yıldır bu 4,5 Milyar yaşındaki dünyaya iyi davranmıyoruz. Deyim yerindeyse, ona; “farkına varmayarak ihanet” içindeyiz. Soyumuza mezar, bize yaşam, çocuklarımıza miras olan ve bildiğimiz yaratılmışların en güzeli olan bu “Evimiz Dünya” bir döngüsel sistem… Bu döngüsel sistem, zaman ölçülerimizin temeli aynı zamanda… Dünya Güneşin etrafında dönüyor “yıl” oluyor. Kendi etrafında dönüyor “gün“ oluyor. Sonra dünyanın içinde de her şey dönüyor. Hava dönüyor, su dönüyor, madde dönüyor… Bütün bunlar ”enerji”, yani enerji dönüyor.
BU DÖNGÜNÜN ADI YAŞAM… YAŞAM BİR ENERJİ DÖNGÜSÜ…Döngüleri tıkarsanız, döngü durursa yaşam da duracak…Dünya duracak, yani ne yıl kalacak ne de yılbaşı…Yani biz, yaşamın ve yaşadığımız yerin farkına varmadan dünyanın döngülerini tıkıyoruz. Yaşamı tehlikeye atıyoruz. Ürettiğimiz inorganikler, doğal olmayan, eriyip çürüyüp döngüye katılamayan plastiklerle, lastiklerle, kimyasal gübrelerle, kendini tekrar edemeyen tohumlarla, GDO’larla döngüyü tıkıyoruz…
Her canlının, her türün bir fonksiyonu var yaşamda…Türleri yok ederek, yaşam döngüsünün temeli ormanları yok ederek, havayı, suyu, toprağı kirleterek, yanlış enerji üreterek döngüyü tıkıyoruz.
Yanlış kasetler, paradigmalar koydular insanların kafasına. Durmadan gereksizce tüketiyoruz. Dünyanın Doğal kaynaklarını tüketiyoruz. Tüketimi bozulmuş bir dünya insanı var ve inanılmaz bir hızla artıyor bu insanların sayısı…
Hem de bozuk tüketim paradigmaları ile donanmış olarak artıyor. Tüketim paradigması bozulmuş en kötü millet A.B.D.’liler. Dünya nüfusu A.B.D.’li gibi yaşasa, dünya insanlara yetmiyor. Beş dünya daha lazım. İngiliz, Alman, Fransız gibi yaşasa, üç dünya daha lazım. Türk gibi yaşarsak insanlara 1,9 dünya lazım.
Ama başka dünya yok. Hiç değilse şimdilik.
Sözün özü, böyle giderse, kafalarımızı değiştirmezsek, dünyanın üretim ve tüketim sistemini değiştirmezsek, dünya döngüleri tıkanacak…
YAŞAM YOK OLACAK…KIYAMET DEYİN İSTERSENİZ, O KOPACAK…ARTIK “YIL”DA KALMAYACAK. KUTLAYACAK “YENİ YIL” DA KALMAYACAK…
BU YÜZDEN İŞTE; DÜNYAYI YANLIŞ KULLANDIĞIMIZIN FARKINA VARALIM. DÜNYANIN DÖNGÜLERİNİ TIKADIĞIMIZIN FARKINA VARALIM. BU FARKINDALIĞI PEKİŞTİRMEK İÇİN DE BUNDAN BÖYLE YILBAŞLARINI, “DÜNYANIN DÖNGÜLERİNİ KORUMA GÜNÜ” OLARAK KUTLAYALIM.
Ancak ; kendisine emek vermiş, emekle , terle,zahmetle “kendisi olmuş” insanlardan alıntılar hariç tabii..
Bu ; ” kendisi olmak ” üzerine eskiden de düşünmüşüm ve yayınlanmamış yazıların arasına atmışım…
Şimdi onu, — ilgilenen dostlar için–paylaşıyorum.
KENDİNİZ OLMAK…
Yaşayabilmek için ilkin, Kendinizin farkına varmalısınız, Kendiniz olmalısınız…
Ama ,ancak; Deneylerimiz çoğaldıkça, Gözlemlerimiz arttıkça, Gözümüz açıldıkça, Ezbere kitap değil, Hayatı okudukça, Farkına varıyorsun birşeylerin, Farkına varıyorsun kendinin…
Sonra,Düşünce özgürleşiyor,Değer yargıları özgünleşiyor, Kendi değerlerinizle tanışıyorsunuz…
Onun bunun değerleriyle yaşamayı bırakıp, Yani; ikinci el yaşamayı bırakıp, Kendinizi yaşamaya başlıyorsunuz…
İşte, böyle böyle, Ezbere değil, Deneyle ,gözlemle, Hayatı okuyarak, Okuduklarınızı düşünerek, Farkına varıyorsunuz kendinizin, KENDİNİZ OLUYORSUNUZ…
Ve ancak böyle ;Kolayca değil, Emekle, terle, zahmetle, KENDİNİZ OLUYORSUNUZ. ..