Cemil Çakmaklı tarafından yazılmış tüm yazılar

Bilinmeyen adlı kullanıcının avatarı

Cemil Çakmaklı hakkında

Doktor Cemil Çakmaklı Kişisel Bloğu

Ekonomi Yazıları

devre

Cemil Çakmaklı ekonomi ile İstanbul Üniversitesi İktisat fakültesindeki lisans eğitimi esnasında tanıştı.

Fakültede 4 yıl yoğun bir Klasik Piyasa İktisat Teorisi okudu.O yıllarda ülkenin tek iktisat fakültesinde yoğun bir Piyasa İktisat Teorisi okutulmasına rağmen ülkede piyasa ekonomisi düzeni yoktu.Piyasa ekonomisinin hukuku da yoktu.Ülkenin anayasasında ” Karma Ekonomi” diye teoride yeri olmayan bir tanım vardı sadece.

Cemil Çakmaklı piyasa ekonomisini uygulaması olan bir ülkede Batı Almanya’da öğrendi.Ve dönüp Türkiye’de piyasa ekonomisinin kurulması konusunda gerek yazıp çizerek gerek o dönem görev aldığı Kurucu Meclis’teki çalışmaları ile yoğun çabalar gösterdi.

Aşağıda bu çalışmalardan örnekler sunuluyor.

devre

FAKTÖR PİYASALARINDA

REKABET KOŞULLARI

( 23 KASIM 2000’de Rekabet Kurulunda verilen bir konferans )

devre

KALKINMA ARAYIŞLARI

Piyasa ekonomisinden önce denenen planlı döneme ilişkin Kenan Mortan ile birlikte yazılan bir kitap…

Bu kitabın Cemil Çakmaklı tarafından yazılan Ön sözü ve Son Sözü bu linkte sunulmuştur.

Kitabın 1984 yılında yazıldığını dikkate alarak, kitapta değerlendirmelerin 30 yıl sonra bugün hala geçerli olup olmadığını lütfen dikkate alınız.

48767_2

devre

EKOLOJİK EKONOMİ SÖYLEŞİSİ

Cemil Çakmaklı bugünkü piyasa ekonomisinin ötesinde bir yeni ekonomik düzen, ” Ekolojik Ekonomi ” konusunda kafa yormaktadır.

Bu linkte, onun Ekolojik Ekonomi konusunda görüşlerini içeren Dünya Gazetesinde yayınlanmış bir söyleşiyi bulacaksınız.

devre

DÜNYAYI YÖNETEN ŞİRKETLER

Dr.Cemil Çakmaklı tarafından ünlü yazar David Korten‘in Dünyayı Yöneten Şirketler ” kitabına yazılan ÖNSÖZ..

1370010221_b

devre

ASO MEDYA YAZILARI 

Cemil Çakmaklı; 1990’lı yıllarda Ankara Sanayi Odası Yönetim Kurulu Üyeliği ve Ekonomi Konseyi Başkanlığı yaptı.Bu görevler esnasında Çakmaklı; Ankara Sanayi Odası Dergisini, “ASOMEDYA” adıyla yeniden düzenleyerek yayınını koordine etti.

Bu dönemde ASOMEDYA’ da baş yazılar yazdı ve ülkenin önde gelenleri ile ekonomik söyleşiler yaptı, ülkenin ekonomik sorunları ile ilgili dosyalar hazırlayıp yayınladı.

Aşağıda bu yazı ve yayınlardan örnekler bulacaksınız.

Tespit ve yazıların hala güncelliğini koruduğunu göreceksiniz.

devre

YARIM BİR PİYASA EKONOMİSİ

ASO Medya’da yayınlanmış bir makale..

devre

BÜTÜN ZAMANLARIN DOĞRULARI

ASO Medya’da yayınlanmış bir makale..

devre

YANMIŞ HARMANDAN ÖŞÜR ALINMAZ 

ASO Medya’da yayınlanmış bir makale..

devre

GELECEĞE YAKIN DURMAK VE ÖZAL 

ASO Medya’da yayınlanmış bir makale..

devre

DEĞİŞİM AMA NASIL? 

ASO Medya’da yayınlanmış bir makale..

devre

YAĞMURDAN KAÇARKEN DOLUYA TUTULMAK 

ASO Medya’da yayınlanmış bir makale..

devre

BİRLİKTE YAŞAMAK 

ASO Medya’da yayınlanmış bir makale..

devre

SİSTEM YA DA KAOS 

ASO Medya’da yayınlanmış bir makale..

devre

BAZILARI VE BAZILARI 

ASO Medya’da yayınlanmış bir makale..

devre

BAŞ DÜŞMANIMIZ 

ASO Medya’da yayınlanmış bir makale..

devre

KÜÇÜK VE ORTA ÖLÇEKLİ SANAYİ İŞLETMELERİNDE 

TESPİTTEN ÇÖZÜME DOĞRU …

ASO Medya’da yayınlanmış bir makale..

devre

ÜRÜN DOKUSU VE DIŞ SATIMI ÜZERİNE …

Bir ekonomide sınai, ticari ve spekülatif kesimlerin karları ve onların sıralaması, o ekonominin barometresidir. Sağlıklı ve dengeli bir ekonomide sanayi, en karlı faaliyet biçimidir. Onu ticaret izler ve en sonda rantlar ve spekülatif kazançlar vardır …

devre

KONUT EKONOMİSİ..

Cemil Çakmaklı hem yazdı, hem yazdıklarının yasalaşması konusunda çalıştı.Konut Ekonomisi yazısını, hazırlanmasında görev aldığı ” Toplu Konut Kanunu”n çıkmasını müteakip 1984 yılında yazdı.

devre

MONETARİZM ÜSTÜNE DÜŞÜNCELER 

Dr.Cemil Çakmaklı; Türkiye’de Reel Sektör ve Spekülasyon ayırımını ta 1980’li yıllardan beri gündeme getiren ve ” Reel Sektör ” kavramını ilk defa kullanan kişidir.

Doktor Çakmaklı ; tüm hayatı boyunca üretimin ve katma değerin yanında yani Reel Sektör safında yer almıştır.Monetarist spekülasyona hep karşı durmuştur.Bu karşıtlığını yaşamı ve yazıları ile hep göstermiştir.

Burada; Dr.Çakmalı’nın spekülatif monetarizme karşı duran bir konuşmasını bulacaksınız.

Bu konuşma; 2000’li yıllarda ” Monetarizm Üstüne Düşünceler Konferansında ” yapılmıştır.

devre

BİR GELECEK YAKLAŞIMI

Yaşamı boyunca Dr. Cemil Çakmaklı’nın değerli ve özellikli kişilerle kalıcı dostlukları oluşmuştur.

Bu dostlardan birisi de Şeref Özgencil’dir. Şeref Özgencil; akademik ve bilimsel yayınlar yapan ve toplantılar düzenleyen değerli bir iktisatlıdır.

Cemil Çakmaklı uzun yıllar Şeref Özgencil’in FİNANS DÜNYASI dergisinde yazılar yazmış ve onun düzenlediği bilimsel platformlarda tebliğler sunmuştur.

“Bir Gelecek Yaklaşımı” başlıklı tebliğ; 24 Nisan 2008’de Şeref Özgencil’in düzenlediği Forum İstanbul’da ünlü futurist Neil Jacobsohn’un da katıldığı bir oturumda sunulmuştur.

Bu tebliğ; “Ekolojik Gözlüklü Bir Türk Futurist: Cemil Çakmaklı” nitelemeleri ile yankı bulmuştur.

Bu tebliğde; gerçekten de ekolojik gözlüklü gelecek yorumu yapılmaya çalışılmaktadır.

 devre

Türkiye’nin Gelişme Stratejisinin Temel Bileşenleri

“Türkiye’nin Gelişme Stratejisinin Temel Bileşenleri” tebliği, 2007 yılında; Forum İstanbul’da sunulmuştur.

Tebliğ; Türkiye’nin gelişmesinin önünü açacak, mekânsal, demografik, ekonomik ve ekolojik stratejileri irdeliyor.

Çakmaklı bu tebliğinde; dünyanın çatışan stratejilerden korumanın; ülkenin asıl değeri toprakları korumanın, nüfuzun kalitatif geliştirilmesinin ve ekonomi politiğin ve ekolojik gelişmenin nasıl başarılabileceğini anlatıyor.

Tebliğ hala güncelliğini ve geçerliliğini koruyor. 

devre

Suyun; Doğru Algılanması, Ekonomisi ve Ekolojisi 

Su canlıdır.

Yaşamı var eden bir canlıdır.

Su, kullanıp atılacak bir ‘’şey değil, beraber yaşanılacak bir ortak’’dır.

Bu gerçek; tüm insanlığın bilincine kazınmalıdır.

Ancak, ancak bu bilinç; yaşamın sürdürülebilirliğini sağlar.

Dr. Çakmaklı; su ve su ekolojisi konusundaki temel görüşlerini aşağıdaki röportajda detaylandırıyor.

devre

Temiz Siyaset 

Dr. Çakmaklı, yaşamı boyunca; yasama, şirket yöneticiliği, öğretim üyeliği, yazarlık, sivil toplum kuruluşları gibi pek çok alanda çalıştı.

Bu arada pek çok değerli insanla yolu kesişti..

Bunlardan biri tam bir ‘’Devlet filozofu’’ olan Sayın Adnan Başer Kafaoğlu (Adnan Abi), diğeri; Beyaz Nokta Vakfı’nda peş peşe Başkanlık yaptıkları Sn. Tınaz Titiz’dir.

Dr. Çakmaklı bu iki değerli dostu ile pek çok çalışma yaptı, pek çok ortak düşünce üretti.

Aşağıda; bu iki değerli insanla Ağustos 1993’de yaptığı ‘’Temiz Siyaset’’ söyleşisi yer almaktadır.

devre

Zonguldaklılık üst kimliğimiz..

Cemil Çakmaklı’nın kimliğini tanımlayan önemli bir öğe de Zonguldaklılığıdır.

Zonguldak onun için önce bir sevda sonra yine bir sevdadır.
Bu sevda yüzünden Zonguldak geleceğine kafa yormuş, Filyos vadisi projesini geliştirmiş, bu projenin sosyolojik temellerini oluşturmak, Filyos projesi ile Zonguldak’lıyı buluşturmak için Zonguldak 100.Yıl vakfını kurmuştur.
Vakfın başkanlığını yapmaktadır.

Zonguldak Vakfı ve Cemil Çakmaklı ilk olarak 1980’li yıllarda Filyos projesi çerçevesinde Ereğli’yi, Zonguldak’ı, Bartın’ı, Devrek’i, Çaycuma’yı birbirine bağlayan ve onları filyos vadisinin ortasında Bakacakkadı’da buluşturan karayolu ağının temellerini atmış tamamlanmasını takip etmiş ve tam o kavşakta Yüzüncü Yıl Filyos Ecopark’ı kurmuşlardır.

Aşağıda, Pusula dergisinde 2006 senesinde Ali Rıza Tığ ile yapılmış olan ” Zonguldaklılık Üst Kimliğimizdir.” başlıklı
söyleşiyi bulacaksınız.

Adsız

devre

100. Yıl Vakfı Başkanı Dr. Cemil Çakmaklı ilk kez PUSULA’ya konuştu..

100. Yıl Vakfı Başkanı Cemil Çakmaklı ilk kez PUSULA Dergisi’ne konuştu. Derginin Ocak sayısında yayınlanan Cemil Çakmaklı – Ali Rıza Tığ söyleşisini aynen yayınlamaya karar verdik. Çünkü yöre kültürü açısından altı çizilmesi gereken son derece önemli, ciddi ve değerli olan bu sözlerin yanında, bir o kadar daha önemli olan saptamaları bulacaksınız. Okuyun bize hak vereceksiniz.

devre

Hayatı ve Zonguldak öyküsü…

  • Çocukluğum…

Babamlar altı kardeştir. Hepsinin de altışar çocuğu var. Ben rahmetli Hüseyin Çakmaklı’nın altı çocuğundan biriyim.Ama ben şanslı bir çocuktum.

Toprağa ve o toprağın bilgesi büyüklerin yönettiği kalabalık bir aileye doğdum. Bizi sevgiyle büyütüp, çalıştırıp, denettirip eğittiler.
Bizde çocuğu ana, baba yapar, babaanne, beybaba büyütür. Ana baba gençtir, acemidir, çünkü.
Oysa büyükler kıçı boklu çocuğa hem bey deyip sosyal sorumluluk yüklerler, hem hayvan güttürüp, at baktırıp, ağaç diktirip çalıştırarak eğitirler.
O yüzden, ben bütün tarımsal prosesleri çalışarak, yaşayarak öğrendim.Deneyerek öğrendim.
Elimle öğrenmeyi öğrendim.

Diğer yandan; kulakları çınlasın dayım Alaaddin Köktürk, EKİ’de müdürdü. Fener’de otururdu. Evinin bütün duvarları kitaplıktı. Onun kütüphanesinde büyüdüm. Beni altı yaşından itibaren sistemli biçimde okuttu. İlkokuldan, üniversiteye hiç elini çekmedi benden. Masalla başladı, felsefeyle bitirdi. Kısaca; sığır güderken, masal okudum, harman döverken, felsefe yaptım.
Hem doğal hem sentetik eğitim gördüm ben.

Çocukluğumuz ağlamakla geçti.

İlkokul bitince; ortaokula gidilecek. Bana Çelikel’in yanında akrabalara yakın nohut oda, bakla sofa bir ev tuttular. Onbir yaşında yalnız kalmayı öğrendim. Geceleri korkar, lambayı söndüremezdim. Annem haftada bir gelir, yemeğimi, temizliğimi yapardı.
O geri dönerken, ben arkasından Soğuksu Pazaryerine kadar ağlaya ağlaya giderdim.
O ağlar, ben ağlardım.
Ağlamak Zonguldaklıya yabancı değildir zaten… Zonguldak’ın sosyolojisi gözyaşıyla karılmıştır. Adam ocağa gider, bir ay sonra döner. Karısı gider bakkala hesap açtırır, borca yazdırır, gaz, tuz, bez alırdı. Adam gelir, bakkala borcu öder, kalanla bir şişe rakı alır, sağ salim dönmenin sevinciyle bir subaşında içer, “vov de” çeke çeke eve giderdi.
Gidenler bazen de; bayraklı EKİ arabası ile dönerdi.
Beycuma’ya her ay mutlaka bir EKİ arabası gelir, içinden birkaç tabut inerdi.
O çamurlu sokaklarda ölenlerin, kadınları, anaları, bacıları kendilerini yerlere atar, bağrışırlardı.
Onlar ağlar, biz ağlardık.
Çocukluğumuz madencilerin arkasından ağlamakla geçti.
Sosyolojik altyapımız ızdırapla doludur bizim. Madenin ağır şartları bizim köylerimize bütün ağırlığıyla çökmüştür. İnsanlar gülemez, oynayamaz, hayata neşeyle bakamaz, hep risk vardır hayatında çünkü…
Zonguldaklı erkeğin rüyası göçük, karısının rüyası tabuttur.

Ufuksuz yapamam.

Ben ormanlık tepelerde büyüdüm. Bulutlara yukarıdan bakar bizim tepeler.
İşte o yüzden ben ufuk olmazsa bir yerde oturamam. Her yer de, uzağa bakmayı seviyorum.
Ufuk alışkanlığı bir çocukluk mirası bana.
Bi rde; çalışmadan duramam.
Doğduğumuzdan beri bir işe yaradık biz. Yürüyebilen her çocuk bir işe koşulurdu bizim küçüklüğümüzde.
O yüzden “el ulağı” derler küçük çocuklara bizim oralarda…
Giderek; toprakla, doğayla, üretimle bütünleşirsin. Çeşitlenirsin. Bu çeşitlenme, en güzel öğrenme biçimidir.
Doğa insanı; “kavanoz insanı” olmaktan uzaklaştırır. Doğa da büyüyen çocuk avantajlıdır. Çünkü inanılmaz çeşitlilikte bir deney birikimi vardır.
Her toprak kendi ürününü yetiştirir…Hangi topraktan çıkan fasulyeyi, domatesi, mancarı yersen, hangi buğdayı yersen, o toprakla bütünleşirsin.
İnsanla toprak arasındaki alış-veriş kimyasal bir ilişkiye dönüşür. İnsan hangi doğada, hangi ekosistemde yetişirse, bütün senkronizasyon ona göre oluyor. Bir insanın sosyal çevresi, ekolojik çevresi, insanın dokusunu oluşturuyor.
Lezzet dediğin şey de budur zaten. Her toprak kendi ürününü yetiştirir.
Toprak seni, sen toprağı bütünlersin.
Onun için bir yere ait olmak önemlidir. Bu ekolojik bir gerçektir.
Bir yere ait olmak ve sevmek rasgele bir laf değildir.
Eğer senin kimyan tutuyorsa, o ortamla, o iklimle, o klima ile o toprakla, sen orayı seversin, oraya gidersin. Bu biyolojik, ekolojik bir iştir. Rast gele “ben burayı seviyorum” olmaz.

En rahat Zonguldak’ta uyuyorum.

İnsan hangi iklime doğmuşsa, hangi toprağa basmışsa, hangi ürünle beslenmişse, bütün bunlar insanın kimyasını oluşturuyor.
Göçlerden oluşan sosyolojik sorunlar, genellikle ekolojik temelsizlikten kaynaklanır.
Zonguldaklı olmak demek, tabiî ki tek başına burayla ekolojik bağları olmak değildir ama, önemli bir sevgi unsurudur sadece.
Ben hâlâ, en rahat Zonguldak’ta uyuyabiliyorum. Nerde olursam olayım, hala anamın bahçesinden gelen sebzeleri yiyorum. Zonguldak’a gitmeyi, orada olmayı seviyorum. Zonguldak’ı; eğrisiyle, doğrusuyla, yanlışıyla sevmekte önemli bir iştir. Bir yer, bir hayat, bir insan en güzel olunca, her şeyi tamam olunca sevilmez sadece… Eksiğiyle de sevilir.

Zonguldak endemiğiyiz.

Sadece o bölgeye has olana, bitkilere ‘endemik ‘ derler. Biz Zonguldak endemiğiyiz.
Orada büyümüşüz. Başka yerlerdekilerden farkımızın olması doğal. Zonguldaklı olmuş olmak, önce ekolojik, sosyolojik ve biyolojik bir gerçekliktir. Zonguldak sevgisi de buradan doğar. Daha sonra ilişki, yararlanmaya dönüşür. Bir yerin yararını sever insan.

Kavga DOKAP’la başladı.

Devlet’te görev yaptığım yedinci yılda, 1976 Yılında ayrıldım. Oysa kısa sürede yükselmiş, Afşin-Elbistan Proje Yöneticisi olmuştum. Zonguldak’ta ilk defa un fabrikasını (Dokap Gıda) kurduk. 1976’da başladık, 19 ayda bitirdik. 1977–1978 de ciddi bir kavgaya, Dokap Yapı işine girdik.
O dönem Zonguldak’ta denizden kum alınıyordu. Denizden kum çakıl alınması yasaklanması, hem kaçakçılık açısından, hem deniz tahribatı açısından önemli bulunuyordu. Bu işe son vermek için İl Özel İdaresi’nin desteği, ricasıyla o işi yaptık. Dönemin Valisi Nevzat Ayaz’dı. Zonguldak’ta bizim kavgamız ilk o zaman başlar. Zonguldak’ta bu işi İstanbul’dan gelen tekneler yapıyordu… Vilayet kıyı emniyetini sağlamak ve doğa tahribatını önlemek için denizden kum alınmasını yasakladı. Kızılca kıyamet koptu tabi.
Ama Zonguldak Kıyıları kurtuldu.

Bu ilk kavgaydı..

Daha sonra da; Zonguldak’ta haklı kavgalardan hiç kaçmadık.

Danışma Meclisi yılları,

Ben, Ankara’da, akademik çalışmalarımı da sürdürürken, bir gün bir telefon geldi. Askerler, ihtilalden sonra mecliste kurdukları ekonomik konseye beni de çağırdılar. Haftada bir gün diye başladık. Türkiye’nin yeni ekonomik düzenini oluşturmaya döndü çalışmalar. Daha sonra; Danışma Meclisi kurulurken, talebim olmadan, Danışma Meclisi Üyesi oldum. Plan ve Bütçe Komisyonu’nda idim. Esas benim Zonguldak’la ilgili etkin rolüm o dönem başladı. Zonguldak’ı yeniden tasarladık. Bayındırlık Bakanlığı ile 10 alternatifli plan hazırladık.

Temel sorun,

Temel sorun, Zonguldak’ın ekonomik altyapısı idi. Kömür çöküyordu, bölgede alternatif üretime ve istihdama ihtiyaç vardı. Ama temel altyapı yoktu.
Bu yüzden Karayolu, denizyolu ve demiryolu ulaşımını ele aldık. Devrek-Zonguldak, Karabük-Devrek, Devrek-Çaycuma-Bartın, Ereğli-Devrek yolları planlandı. Başlanmışlar hızlandı. Mülkiyet altyapısı ile ilgili çalışmalar başladı. Kamu mülkiyetli işletmelerden özel mülkiyete dayalı sanayi-tarım gelişim stratejisi belirlendi. Zonguldak’ın sanayi, tarım yerleşme deseni yeniden planlandı.

İkinci adım,

Zonguldak’ın sosyolojik altyapısı yoktu. İnsanlar maden işçiliğinden başka bir şey yapmamışlardı. Girişimci yoktu, müzik yoktu, folklor yoktu… Herkes kurtarıcı bekliyordu. Sivil inisiyatif yoktu.
TRT arşivlerinde 100’ü aşkın eser bulduk. (Zonguldak-Bartın-Karabük) Zonguldak kına gecelerinde güzel oyunlar vardır. Erkekler oynamaz ama kadınlar güzel oynar. Biz de o zamanki Kültür Bakanlığı’na görev verdirdik. Zonguldak’ın folklorunu araştıracak bir çalışma başladı. Dirgine’den Ereğli’ye tarama yapıldı. Folklor zenginliği ortaya çıkarıldı. Zonguldak’ın ilk kez folkloru oldu. Okullarda bu oyunlar oynandı.
Diğer yandan Zonguldak’ta girişimcilik konuları anlatılmaya, işlenmeye başlanıldı.
Kısaca; maden işçiliği bitiyordu, bölgeye sahip çıkacak, girişimci, özgüvenli, yeni bir bölge insanı gerekliydi. Zonguldak Madencisinin şerefli geçmişinden ve üreticiliğinden, girişimci, kendi göbeğini kendi kesen, bir Zonguldak insanı çıkarmalıydık.

Vakıf kuruluyor

Sosyolojik atılıma ihtiyaç vardı. Bu kamu desteğiyle olmazdı. Bir sivil toplum örgütü kurmak lazımdı. Zonguldak Vakfı’nı o yüzden kurduk. Bu vakıf, Zonguldak’ın ekonomik ve sosyolojik gelişiminin önünü açacak çabalarda bulundu. Vakıfta; Mehmet Tezer, Davut Fırıncı, Ruhi Cöbekoğlu, Mehmet Zeki Hacıkulaoğlu, Ünal Çakmaklı, Hüseyin Şeker gibi sivil toplum önderleri vardı. Erdal Şeker, Sait Yıldırmak gibi o zamanın genç idealistleri vardı. TTK, Sendika, Zonguldak Belediye Başkanları, Bartın, Karabük, Ereğli, herkes işin içindeydi.
1981–87 Yılları arasında Zonguldak’ta ilk defa, adı festival olan festivaller yaptık. Bir ay sürerdi. Zonguldak’ın ekonomisi tartışılırdı. Sosyolojik özellikleri tartışılırdı. Karabük, Bartın, Ereğli, Devrek, Çaycuma’sıyla herkes konvoylarla Zonguldak Merkeze gelirdi. Bir tek festival yapıyorduk. Şimdi her ilçenin bir festivali olmuş, bu yanlış. Biz, Zonguldak’ın ekonomik ve sosyolojik dokusunu ortaya çıkartmak ve birliğini güçlendirmek için festival yapıyorduk. Şimdi ki gibi konser için değil.
Ülke çapında, resim, hikâye yarışmaları yapardık. Kültürel, sanatsal tüm etkinlikler yapılırdı. Müzik vardı. Sadece şarkıcı-türkücü değil, operalar tiyatrolar gelirdi.

Merkez Bakacakkadı.

Vakfın bir merkezi olsun istedik. Zonguldak’ın tam ortası olsun dedik. Haritayı önümüze koyduk. Pergelin ucunu Bakacakkadı’ya koyunca tam 70 kilometrelik bir mesafe Bartın, Karabük, Ereğli tüm ilçelerin merkez içine aldı. Ve bu merkezde Zonguldak’ın bir kültürel buluşma noktası planlandı. Vali İsmet Metin döneminde son bölümleri yapılan ve Özel İdare’ye işletmeye verilen100. Yıl Tesisleri’nin projesi bizim 1980’li yıllarda yaptığımız projedir. Buranın temeli 1982’de atılmıştı. Hem kamunun desteğini aldık, hem de Zonguldak’lı gerçek kişi ve kuruluşlar yatırımlarıyla katkıda bulundu. Bazılarının engellemelerine rağmen tamamlandı.
Biz 100. Yıl da sera da organik mesela tarımı daha o tarihte denedik. Minnacık sera bölgeye örnek oldu. Şimdi Bakacakkadı serayla doldu. Ancak; bölgede doğal üretim, organik tarım güçlendirilmeli. Bizim hala elmalarımız ağaçlarında çürüyor. Bu yüzden organik depolama ve pazarlama şirketlerine acilen ihtiyaç var.

Üçe bölündük ;

70 kilometre çapında bir il, sonra üçe parçalandı. Türkiye’de kendinden üç il çıkan başka bir il yok.
Kaderleri aynı, aynı ırmağın kenarında, aynı havzayı üçe bölmek hiç kimsenin hayrına olmamıştır. Problemler yerinde durmaktadır. Bölünmeyle problem çözülmez. Problem ancak tespitle, teşhisle, doğru strateji ile çözülür. Bu bölünmeden, ne bölen ne de bölünen fayda görmedi. Bölünmeden ders alamayanlar, tek festival varken, her ilçede bir festival yaptılar. Bir kentin bir kimliği olur. 50 tane kimliği olmaz. Çok güçlü olursun da hepsini yaşatırsın.

Filyos Vadisi projesi,

Filyos Vadisi, Batı Karadeniz’in tek vadisidir. Çarşamba Ovası’ndan sonra böyle bir vadi yok. Bu vadinin arkası Ankara’ya uzanır. Yenice Yolu, Bartın Yolu, Zonguldak Yolu benim Plan Bütçe Komisyonu Başkanlığım döneminde kavga, gürültüyle yapıldı. Amaç, Kardemir ile Erdemir’i birbirine bağlamak. Yassı mamul ile yuvarlak mamulü buraya taşıyıp, buluşturmaktı.
Filyos’a bir liman yapmak amacındaydık.
Filyos Projesi, Türkiye için önemli ve doğru bir projedir. İç Anadolu Ticaretini, Ankara’yı denize açacak bir projedir. Köstence’yle bağ kurarak, Anadolu’yu Avrupa’ya bağlayacak bir projedir.

Filyos Projesi’ni biz yaptık.

Bir sürü sektörde proje yapmış biri olarak, bu planlamayı bizler yaptık. Filyos Vadisi Projesi aslında 100. Yıl Vakfı’nın ürünüdür.
Eninde, sonunda, bu proje hayata geçecek. Ama vadiyi elden kaçırmazsak.
Bu vadinin ucuna bir liman yapacaksın, demiryolunu ya hızlandıracak, ya da çift hat koyacaksın. Karayolu ağını tamamlayacaksın. Vadiyi tümüyle imarlayacaksın.
Ereğli-Devrek arasında ortasında demiryolu olan bir karayolu olacaktı. Şimdi karayolu yapılıyor. Ama projede ortada demiryolu vardı.
Filyos Vadisi Projesi, değil Zonguldak’ın, İç Batı Anadolu’nun projesidir. 25 yıl önceki düşüncelerin yeniden gözden geçirilmesi gerekir. Bu Vadi’nin kaybolmaması için Filyos, Saltukova, Çaycuma, Bakacakkadı, Gökçebey, Devrek’in mücavir sahalarını birleştirip bir imar planı yapmaları gerekiyor. Yol açıldı, etrafı hemen evlerle doldu. Tünel gibi oldu. Vadi, yanlış yerleşme ile elden gidiyor.
Zonguldak’ın tümü bu vadiye muhtaçtır. Ereğli’nin büyüyebileceği bir yer yok.
Filyos Vadisi 1980’li yıllardan beri Türkiye’nin gündemindedir. Projelendirdik, tartıştık. Yollarının yapımına daha o zaman başladık.
Zonguldak’ın ekonomik altyapısının somutu budur. Hala başka bir yerleşme deseni alternatifi yoktur. Kömür, demir-çelik teknolojisi, Zonguldak’taki haliyle 25 yıl önceden ömrünü doldurdu.
Kömürden vazgeçmeyelim ama artık kömür sübvansiyonla, zararla ite kaka 10 bin kişilik istihdam sağlıyor. TTK’da iş bulanlarla bulamayanlar arasında ciddi bir sıkıntı doğmaya başladı. TTK, Zonguldak’ı kurtarıcı olmaktan çıktı.

‘Zonguldaklılık üst kimliğimiz’…

Zonguldak demek, Merkez İlçe demek değil. Tüm ilçeleriyle bir bütün Zonguldak. Zonguldaklılık ise bizim üst kimliğimizdir. Alt kimliğimiz Devreklidir, Çaycumalıdır, Ereğlilidir. Çünkü bir köyün ya da kasabanın tek başına bir problem çözme vasfı yoktur. Ne kadar çok bütünleştirirsen, sorunu o kadar azaltırsın ve çözersin.

Önce politika, sonra politikacı seçelim,

Her zaman tüm politikacıların Zonguldak’a faydası olmuştur. Az çok, doğru yanlış olmuştur. Geçmişte de, bu günde çok değerli iyi niyetli politikacılar geldi, geçti. Doğru olan şudur. Önce; bölgenin bir temel politikası olur, ekonomik, sosyolojik politikaları olur, sonra bölge insanı bunu benimser, buna göre, buna destek olacak politikacılar seçer. İşte ancak o zaman, politikacıları değerlendirebiliriz, iyi yada kötü diyebiliriz. Kısaca; bir bölgenin ekonomik, sosyal, kültürel temel politikaları yoksa ve seçmenleri bunu benimsememişse, orada ne yapacağını bilen verimli politikacı seçilemez. Bölgenin bir temel politikası oluşmamışsa politikacı kendi başına hizmet ediyor. Hastane işlerini çözüyor, postane işlerini çözüyor.
Bir bölgenin projesi yoksa öne adam katmanın da bir anlamı yoktur. Zonguldak kendine acilen, çoğunluğun üzerinde uzlaştığı projeler üretmek zorundadır. Ondan sonra, bu işi sen yaparsın diye adam seçmek ve parti seçmek kolaylaşır. Projesi olmayan bölge insanının, bir proje etrafında birleştiremediğiniz insanların, doğru siyasi tercihleri de olamaz. Çok iyi insanlar seçseniz de, kişi ne yapacağını bilmediği için sorun çözülmez. Bir bölgenin ihtiyaçları, dört-beş yılda bir değişmez. Süreklidir. Onun için önce politika, sonra politikacı seçelim.

Bugünlerin temel sebepleri,

Birinci sebep: Zonguldak’ta ekonomik çöküşün nedeni, sadece TTK’nın gerilemesi değildir. Kömürün, dünyada enerji sektörü içindeki nispi öneminin kaybolması, esas sebeptir.
Bizim pahalı maliyetlerimiz işi sadece dramatik hale getirdi. Yoksa kömüre dayalı Zonguldak yürümezdi.
İkinci sebep: Bu tehlike görüldüğü andan itibaren alternatif gelişme yolları ve alternatif stratejileri biz 1980’li yıllarda oluşturduk. Bölge insanı uyarıldı. Ama bu devam ettirilemedi. Bölge insanı ayağa kaldırılamadı. Çözüm üçe bölünmekte arandı.

Birlikte söylemeyi bilmeliyiz.

Büyük bir orkestra oluşturamadık. Çözüm için aynı besteyi, aynı şarkıyı yüksek sesle söylemek zorundayız. Verimli bir ekonomi istemeliyiz. Zonguldak’ın yaşanabilecek bir yer haline getirilmesini istemeliyiz. Dansı, folkloru istemeliyiz. Zonguldak orkestrasını teşekkül ettirmezseniz, güçlü, geçerli, kabiliyetleri ve niyetleri toplayamazsan bölgede hedef oluşmaz. Resmi inisiyatif, sivil inisiyatifi boğmuştur. Tek sıkıntımız budur. Kafalarımızı da resmi inisiyatif satın almıştır. O yüzden girişimcimiz, şarkıcımız, Türkücümüz yoktur. Onun için gazetecimiz kendi içinde dövüşür. Hepimizin bir özelliği var. Ama biz özelliklerimizi bir orkestraya değil, kör dövüşüne dönüştürme meraklısıyız. Ve giderek bu itiş kakış sevgisizliği, sevgisizlikte verimsizliği getiriyor. İtip kakarken enerjimizi kaybediyoruz. Oysa bu enerji bize başka hedeflerde lazımdır. Politikacının ulaşabildiği yerde, yani Ankara’da Zonguldak’ı kurtaracak imkân yok şimdi. Devlet küçüldü. Zonguldak’ta siyasi talepten başka talepler de olmalıydı şimdiye kadar. Zonguldak’ta tek belirlenme noktası, politikacı oldu. Tek istenen politikacı olmak oldu.

Eskiden okumayan iş bulur, okuyan geri dönerdi.

Eskiden her Zonguldaklı talebenin hedefi şuydu: Okuyacağım, EKİ’ye gireceğim, bir lojman alacağım, bir de şehirden kız alacağım. EKİ tek hedefti. Okusan da, okumasan da EKİ’ye gireceksin. Eskiden, Zonguldaklının okumayanı işçi, şanslı okuyanları da döner EKİ’de mühendis, memur olurdu. Ama Zonguldaklı, Zonguldak’ta kalırdı. Bugün durum daha vahim. Zonguldaklı dışarıya göçüyor. Bütün Türkiye’ye işveren Zonguldak, kendi evlatlarını gurbetçi yaptı. Okuyanlarda hiç geri dönmüyor.
Çözüm; son 25–30 yıldır yapamadığımızda… Girişimde, yatırımda. İster sanayide, ister tarlada, ister hizmette… Zonguldaklı girişimci olacak, bölgesine sahip çıkacak. Bu yüzden; bizim insanlarımız kendi girişimcilerini de alkışlamayı bilmeli artık. Engel, çengel olmayı değil, destek olmayı öğrenmeli artık.

Karamsar değilim.

Ben karamsar değilim. Çünkü o çözüm değil. Zonguldak’ın gecikmiş olma gibi bir kaybı var. Hala bu şehir Türkiye’nin en şanslı şehridir. Üretim, doğa, kültür. En mühimi Türkiye’nin en iyi niyetli, en temiz insanları burada. Ekonomik çözüm için; Zonguldak para kazanılır bir yer haline getirilmelidir. Mesela TTK para kazanamıyor, zarar ediyor. Zonguldak’taki sanayiciler para kazanamıyor. Çoğumuz, Beyazıt’ta dilenip, Sultanahmet’te sadaka veriyoruz. Dışarıda satıp kazanıp, Zonguldak’ta yatırım yapıyoruz. İşletmeler karlı olmalıdır. Daha da büyümelidir.
Zonguldak’ta verimli işletmeciliğin şartlarını oluşturmalıyız. Bir bölge kendi girişimcisini takdir etmezse, yatırım olur mu? Kendi sanatçısını alkışlamazsa o bölgede sanatçı olur mu? Kendi takdir ve taltif sistemimizi oluşturmalıyız.

Yaşanılır kent.

Zonguldak’ı para kazanılır ve yaşanılır bir yer haline getirmemiz gerekiyor. O zaman sorunlar çözülmeye başlar. Zonguldak yaşanılır olduğunda, okumuş insanlar geriye dönerler. Bir tek yerel şarkıcımız yok. Bir tek Zonguldak yemeği yapan lokantamız yok. Kendi ayağına çelme takan şehirdir Zonguldak… Önce kendi girişimcine sahip çık. Onların itibarını görünce diğerleri de gelir. Gelenler de; “burada bana değer verilir” derler. Koşarak gelirler.

Evin tosununu öküz yapmalıyız,

Kendi adamını büyütmeyen yer olur mu? Bizim köylerde bir laf vardır. ‘Evin tosunu öküz olmaz’ derler. Bölgenin insanını adam yerine koymazlar. Onu büyütmezler. Keserler bir yerde. Öküz dışarıdan gelecek illa.. Biz tosunlardan öküz yapmayı öğrenmek zorundayız. Başka çare yok. Başka öküzler gelip başka şeyler yapıyor ondan sonra.

“Benim” diyebilmeliyiz.

Zonguldak’ta biri çıkıp, kendi sanayicisine madalya mı verdi bugüne kadar?
Dışarıdan adam çağıralım, ama önce buradakilere dönüp bakalım. Bak orada Çanakçı, Hacıkulaoğlu, Yurtbay, İrfan Erdem, Beytom duruyor. Bak onların derdi ne önce.
Dışarıdan gelene kırmızı halı serilsin ama buradakine de sahip çıkılsın. Burada kömür çıkarana kaçakçı diyorsun, düzenle çalışma şartlarını, imkan ver, kaçırmasın.
Bir şehir kendi futbolcusuna, şarkıcısına, gazetecisine, işadamına yapmamalı bunu.
“Benim ayakkabım”, “benim elbisem” diyebilen insan, “benim futbolcum”, “benim işadamım”, “benim gazetecim”, “benim şarkıcım” diyebilmeli.
Bu aidiyet altyapısının eksiğinden kaynaklanıyor.

Zonguldaklılık kimliği yok.

Zonguldak’ta babasının doğduğu vilayetle kimlik arayan insan, Zonguldaklılığı bulamadığı için arıyor. Orada bir Zonguldaklılık kimliği oluşmuş olsa, herkes ben Zonguldaklıyım der. Bu kusur gene bizim.
Zonguldaklılık kimliği yok. Olmayan kimlik kullanılmaz. 

Beni şoven lider olarak görüyorlar.

Beni Zonguldak’ta bazıları şoven bir lider olarak görüyorlar. Hiçbir zaman da böyle bir iddiam olmamıştır benim. Benim bütün arkadaşlarım, oralı-buralıdır. Değil Türkiye’de dünyada bir sürü dostum var benim. Ben Zonguldak’ta birilerine karşı olmadım, sadece Zonguldak üst kimliğimin savaşını verdim ömrüm boyunca. Vermeye de devam edeceğim. Çünkü Zonguldaklılık kimliğini geliştirirsek hiç kimse başka kimlik aramaz, tüm şehir birlik olur o zaman. Ortak amaçların, ortak yararların insanı oluruz.
Ama öncelikli sorumluluk, bizim gibi bu kentle doğal bağları olan insanlarındır. Bu işi önce biz başlatmalıyız.
Tek başına olan hiçbir şey yaşamaz hiçbir yerde. Neden bir tek meşe ağacı yok bir yerde de meşe ormanı var. Çünkü onlar birbirini besliyor, koruyorlar. Doğanın koloni anlayışını, sosyolojik olarak gerçekleştireceğiz.

Sivil inisiyatif bilinci lâzım.

Zonguldak’a lider değil, sivil inisiyatif bilinci lâzım. O bilinç, liderini kendisi çıkartır. Liderlik için itişip kakışmadan önce; ortak yararlarda birleşmeliyiz. Hayvanlar bile böle yapıyor. Önce birleşip avlanıyor, sonra rekabet ediyorlar.
Bu doğanın kurallarını değiştiremezsiniz. Beraber yaşama bir gerekliliktir. Zonguldaklılık üst bilinci gereklidir. Zonguldaklılık üst bilincinin oluşmasında da ilk lazım olan, “ben Zonguldaklıyım” diyebilmektir. Önce Zonguldaklı olalım. Onun gereklerini yerine getirelim, sonra en iyimizi seçeriz.

Haydi Zonguldak !

Her millet tehlike anında birleşiyor. Birlikte el ele harbe gidiyor. Tehlike çanları çalıyor. Artık Zonguldak şarkısını, koro halinde söylemek zorundayız. Forza İtalya, haydi İtalya diye bağırıyorlar İtalyanlar. Biz de artık “Haydi Zonguldak” diyebilmeliyiz.
Zonguldak’ta, okullarda bile, bunları belletmek gereklidir. Çocuklara Zonguldak eğitimi verilmelidir. Zonguldaklılık bilinci geliştirilmelidir. Bıkmadan tekrar edeceğiz.
Tüm dernekler bu işte görevli olmalı. Belediyelerin asli görevidir. İl Özel İdaresi’nin, yol yaptım, boru döşedimin ötesinde, bir kültür politikası olmalı. Ben bunu iş edindim demeli.Biz yılmayız
Bütün bunları söylerken, insana çok alakasız, ilgisiz yakıştırmalarda da bulunabilirler. Bir kültür ortaklığı, davranış ortaklığı için bir vakıf kuruyor, bir merkez yapıyorsunuz, “kendine yapıyor, sonra el koyacak” diyorlar.
Ben 100. Yıl’a el koyacak olsam, gider orayı kendi işletmem yapardım, en başında kendime yapardım.
Bunlar nasıl akıllardır, anlamayız.
Anlamayız ama biz yılmayız.
Vali İsmet Metin, gel burayı işlet dedi. Ben Zonguldak’tan hiç iş almıyorum ki orayı işleteyim. Zonguldak’tan bir şey almadan Zonguldak’a vermeyi göstermeye çalışıyorum.
“Rol modeli” olmaya çalışıyorum.

Hep sevdim, hep seveceğim

Ben Zonguldak’ta gösterdiğim çabanın karşılığını alıyorum ve her türlü güzel ilgiyi görüyorum.
Dostum çok, anlayanım çok. Bu yüzden Zonguldak’a hiç kırgınlığım olmadı. İnsan doğuranına, var edenine kırılır mı? Benim varlık sebebim bu topraklar, bu insanlar. Onları hep sevdim, hep seveceğim.

devre

Aile Sosyolojisi

Bu bölümde Dr.Cemil Çakmaklı’nın 
kimliğine ilişkin kendi yazıları, röportajlar ve yorumlar yer alıyor.

AZ’ZABLA DESTANI … 

Bir aile sosyolojisi yazısı…Cemil Çakmaklı’nın doğduğu kültürel ortamı ve o kültürü sürdürüp Cemil Çakmaklı’yı yetiştiren büyük hala üzerinden aileyi ve aile kültürünü anlatıyor.

BENİM DOĞDUĞUM YERLER ; VADİLER, DERELER, TEPELER..

İçine doğulan ekolojik ortam kimliği belirleyen temel unsurlardan biridir kuşkusuz.
“Benim doğduğum yerler ” şiiri Cemil Çakmaklı’nın kendi dilinden içine doğduğu ekolojik ortamı anlatıyor.

DAYIM SENİ NASIL ANLATAYIM..

Cemil Çakmaklı’nın kimliğinin oluşmasında dayısı Alaaddin KÖKTÜRK’ün ve onun kütüphanesinin çok büyük etkisi olmuştur.

Dayısının ve kitaplarının kimliğine etkisini, Cemil Çakmaklı;

” Dayım Seni Nasıl Anlatayım.” başlıklı uyaklı yazısında anlatıyor.

ZONGULDAKLILIK ÜST KİMLİĞİMİZ 

Cemil Çakmaklı’nın kimliğini tanımlayan önemli bir öğe de Zonguldaklılığıdır.
Burada, Pusula dergisinde 2006 senesinde Ali Rıza Tığ ile yapılmış olan ” Zonguldaklılık Üst Kimliğimizdir.” başlıklı
söyleşiyi bulacaksınız.

BENİM DOĞDUĞUM YERLER ; VADİLER, DERELER, TEPELER..

BENİM DOĞDUĞUM YERLER ; 
VADİLER, DERELER, TEPELER..

İçine doğulan ekolojik ortam kimliği belirleyen temel unsurlardan biridir kuşkusuz.
“Benim doğduğum yerler ” şiiri Cemil Çakmaklı’nın kendi dilinden içine doğduğu ekolojik ortamı anlatıyor.

BENİM DOĞDUĞUM YERLER;
VADİLER, DERELER, TEPELER…

Oralarda, bizim oralarda                                                                                                               Devrek’de, Beycuma’da, Çaycuma’da                                                                                                   Kıpır kıpırdır dünya
Kıpır kıpırdır yeryüzü….
Bir iner, bir çıkar
Bir çıkar, bir iner
Ve bu kıpırtıdan doğan
Vadiler, dereler, tepeler
Göz alabildiğince uzanır gider…
Kitaplar buralara Filyos Vadisi der..

Bizim oralar,                                                                                                                                                 Tanrının salonuna astığı bir resimdir.                                                                                                    Ne bileyim ya da bana öyle gelir

Resim şöyledir;                                                                                                                                                 Bir kere fon yeşildir, yemyeşildir

Her taraf vadidir, deredir, tepedir
Vadilerde; çaylar dereler
Tepelerde ormanlar
Ihlamurlar, kestaneler, meşeler
Kuşlar, kelebekler, çiçekler
Övünmek gibi olacak ama
Bir de mesela, Yedigöller
Tepelerdeki ormanlar
Ihlamurlar, kestaneler, meşeler
Geceleri bulutlarla
Yıldırımlar saçarak sevişirler…
Ve bulutlar geceler boyu
Gelin olurlar, yağmur doğururlar
Geceleri tepelerde,
Ihlamurda, kestanede, meşede
Gelin olan bulutlar
Yağmurlarının peşinden vadilere inerler
Belki de utanıp geceki sevişmeden
Sis olup kuytulara sinerler
Güneşin ilk ışıklarıyla da sisler
Yeniden gelin olup yeniden gelmek için
Usul usul, sessizce kalkıp giderler


Ormanların ve bulutların çocukları
Yağmur damlaları
Vadilerde, çaylarda, derelerde toplanarak
Atlayarak, zıplayarak, oynaşarak
Bahçeleri, bostanları sulayarak
Yedigöller’den, Devrek’ten, Beycuma’dan
Safranbolu’dan Yenice’den
Birbirlerine doğru koşarlar
Gökçebey’de kavuşurlar, 
Çaycuma’dan geçip denize ulaşırlar…
İşte burası Filyos Vadisi’dir.
İşte burası cennetin kardeşidir.
Filyos Vadisi benim memleketimdir.

İşte ben memleketimin
Sayısız tepelerinden birinde
Çakmaklı Tepesinde, babamların tepesinde
Bulutlara, sislere
Ormanlara, yeşillere
Kestanelere, meşelere, cevizlere doğmuşum
Üç yüz altmış derece bir ufka doğmuşum
Bu yüzden ben tepeleri severim
Tepelerde olmazsam, ufukları görmezsem
Uzağa bakmazsam, yaşayamam
Hep derim, herkese söylerim;
“Ekmeksiz kalırsan arar bulursun,
Ufuksuz kalırsan kurur ölürsün…”


Çakmaklı Tepesinde, ufkumun bir ucunda
Doğduğum odanın tam karşısında
Annem tarafının tepesi, Beylik Tepesi
Ve onun beyaz minaresi vardı…
Annem her sabah ilk olarak, farkettirmeden
Kendi tepesine, kendi geldiği eve bakardı
İki tepenin arasında, tam ortasında
Güneşin battığı Yayla çamlığından,
Filyos Irmağı’na doğru
Beycuma Vadisi uzanırdı…
Vadideki en geniş yerde,
Salkım saçak çayların ve derelerin birleştiği düzlükte
Yüz kadar evi, çarşısı, camisi, karakolu
O yıllarda bana çok büyük gelen
Beş sınıflı ilkokulu ile
Beycuma Kasabası dururdu
Durmak ne demek, adeta;
Kurum kurum kurulurdu

Her sabah gün ışırken,
Önce sisler sessizce kalkıp giderdi vadiden
Ve sislerin boşalttığı yerden
Güneşte ışıl ışıl parlayan
Çaylar, dereler, çatılar, minareler
Fırlardı bir anda, aniden…

Her sabah tekrar eden bu müthiş gösteriden
Mahrum kalmamak için ben
Herkesten önce kalkar, burnumu soğuk camlara dayardım…
Sonra bir ara annemin sesini duyardım
“Oğlum üşüyeceksin, yatsana ne var dışarda?”
Sonra, benim çiçekli yorganı alır gelir
Üstüme örter, yanıma girer
Kucaklar, öper, koklardı
Kendi geldiği tepeyi göstererek
“Bak! Az’zabla bize bakıyor” derdi

Böyleydi işte, tam böyle
Çocukluğumun Coğrafyası
İki tepe bir vadiydi
Ama bu iki tepe bir vadi,
Gördüğüm, adımladığım, özümlediğim bir yerdi
Gerçekti, gerçekten bana aitti…

Bu iki tepenin Türkmenleri,
Türkmenlerin beyleri eğitti beni…
Ama aslında, onları da beni de
Bu tepeler, bu vadiler, bu çaylar, bu ırmaklar
Ihlamurlar, kestaneler, meşeler
Bulutlar, yağmurlar ve sisler
Çeşit çeşit bitkiler, börtüler ve böcekler
Hepsi birden, yani bu ekosistem
Kendi içinde eritti bizi
Kendi gibi etti, büyüttü bizi…
Şimdi bilmiyoruz hiç birimiz
Oralar biz mi, biz oralar mıyız?

Ama doğru bir şey var, onu yapmalıyız
Oralarda doğduk, oralarda batmalıyız
Yani sonunda; bu ekosistemin bağrında yatmalıyız…


Dr. Cemil Çakmaklı

AZ’ZABLA DESTANI..

Az’zabla Destanı, bir aile sosyolojisi yazısı…
Cemil Çakmaklı’nın doğduğu kültürel ortamı ve o kültürü sürdürüp Cemil Çakmaklı’yı yetiştiren büyük hala Az’zabla üzerinden aileyi ve aile kültürünü anlatıyor.

AZ’ZABLA DESTANI

Annemin halasıydı,
Adı Az’zablaydı…
Ama herkes daima
Az’dan sonra azıcık durarak
Azize’nin (i)sini ve (e)sini yutarak
Fakat kalanlara yoğun bir saygı katarak
Az’zabla derdi ona

Az’zabla bir azamet ve asalet çınarıydı
Soyu ta Fatih’in Paşasına dayanırdı…

Fatih, Beycuma’dan Amasra’ya kadar
Buraları aldığında demiş ya;
“Lala, cennet-i ala bura mı ola?”,
İşte o zamanla aynı zamanda
Sadrazamı Mehmet Paşa’ya,
“Rumi ahaliye yön versin diye,
Evlatlarından biri bu cennette kala,
Burada bir beylik
Ve bir medrese kurula” buyurmuş,
Beylik Kariyesi böyle kurulmuş…
Türkmenler böylece “Bey” olmuş buralara

Mehmet Paşa evlatlarınca kurulan beylik,
Beşyüz elli yıldır yaşayarak
Türkmen örfünü ve Osmanlı hukukunu
Bir medresede harmanlayarak
Pek çok insan yetiştirmiş,
Saraya yöneticiler
ve sadrazamlar göndermiş

Bu arada çoğalmışlar
ve tüm Filyos Vadisine yayılmışlar
Beycuma’dan Çaycuma’ya
Yedigöller’den  Devrek’e
Safranbolu’dan Yenice’ye
ve Gökçebey’e
Suyun ardından gitmişler
Çaylar ırmaklar boyunca
Güzel köyler kurmuşlar

Hep korumuşlar kendilerini
Ve genlerini…
Bilmediklerinden kız almamışlar,
Güvenmediklerine kız vermemişler
Hep okutmuşlar oğullarını ve kızlarını
Kadınlarını yüceltmişler
Bey kadını önde gider demişler
Hiç arkalarında yürütmemişler

Bu yüzden belki de,
Hala bizim yörede;
“Ah, ah..
Ya bey olabilsem
Ya Beylerden kız alabilsem” diye,
Erkek deyişleri vardır.
Hayıflanışlar vardır.

Beyler,
Toprağı severler,
Topraktan geleni severler.
Hayvanlarını evden biri sayarlar,
Sevdiklerinin adlarını verirler onlara.
Çağırırlar, konuşurlar ve anlaşırlar…

Hele atları, hele atları…
Ayrı bir varlık değil,
Kendi parçalarıdır, organlarıdır
Beylere atları…
O yüzden beyler,
“Ata bindim” demezler
“Atla bir oldum” derler.
Gerçekten de onlar,
Atla bir olurlar, bütünleşirler
Birlikte koşarlar
Birlikte düşünürler.

Bitmeyen Osmanlı seferlerine
Rüzgardan hızlı atlarıyla
Atlarıyla bir olmuş süvarileriyle
Katılmış Beylik Türkmenleri…
Dörtnala,
Birlikte saldırmışlar düşmana
Birlikte vuruşmuşlar.
O kadar ki; derler ki;
Bey yayı gererse, oku at atar.
Daha sonralarda,
Tüfek icat olduğunda
Çakmaklı tüfekli beylik süvarilerinde
– Bana soyadımı veren süvarilerde-
Nişanı at alır, tetiği bey çekermiş…
At ile Beyin birliği
İşte böyle efsaneleşmiş….

Yıllar, yıllar geçmiş
Ama Beyler hiç vazgeçmemiş;
Töreleri ile yaşamaktan…
Ve törelerini nesilden nesile aktararak
Soyları için ölümü
Yaşamdan daha değerli bularak
Korumuşlar soylarını
Korumuşlar, genlerini ve törelerini

Hala koruyorlar,hala
İşte onların soyundan geliyor Az’zabla

Az’zabla,
Onaltı yaşlarında
Güzelliği dillere destan, ama
Bey kızı ya,
Kimse yaklaşamıyor yanına…
İşte o günlerde
Az’zabla’nın “Bey” babası
Beyler’in Beyi Mehmet Bey vuruluyor
Biri onunda, diğeri sekizinde,
İki erkek kardeş ve,
Beylik Az’zabla’ya kalıyor.
Az’zabla beylerin beyi oluyor.

Bağlıyor karaları Az’zabla
Kuşanıyor mavzeri, biniyor kırata
Gelin olacağı atta, Bey oluyor…
Gömüyor güzelliği, gömüyor hayalleri,
Onun için artık önemli olan
Beyliği, sülalesi ve kardeşleri

Beyliği Bey gibi yapıyor,
Adil, kudretli ve cesaretli
Kardeşlerinden büyük olanını
Abdullah Bey’i büyütüyor önce,
Ve everiyor..
Sonra Yemen’e harbe gönderiyor.
On iki yıl, yollarda onu
Evde, güzel gelin Vasfiye’yi bekliyor
Küçük kardeşi, Cemil Bey’i,
Onun gözünün bebeği…
Büyütüyor onu da
Evlendiriyor…
İpek tenli, bülbül sesli Ikkana’yla
Sonra;
Onlar çocuk değil, soyumdur diyerek
Çok severek ve çok önemseyerek
Cemil Bey’in çocuklarını da o büyütüyor
Çocuklarının çocuklarını da O…

Ben o çocukların çocuklarından biriyim.
Cemil Bey’in büyük kızı
“Mihriye Gadun”ın büyük oğluyum.
Adımı Az’zabla koyuyor.
Küçük kardeşi, göz bebeği
Cemil Bey’in adını,
Yani bizim deyişle Beybabamın adını,
Bana zimmetliyor.

Benim naif, ince, duyarlı annem,
Beni doğurup hastalandığında
Az’zabla sarıyor beni sırtına,
Babası öldüğünden beri
Hiç çıkarmadığı mavzerinin yanına…
Yolda, bağda, bahçede,
Ziyarette, ziyafette hiç çıkarmadan
Sırtında taşıyor beni yıllarca
Sırtında sarılı çocukla sürekli konuşarak
Ve her lafa,
“Cemil Bey, Cemil Bey!” diye başlayarak
Yani kişiliğimi adıma ekleyerek
Büyütüyor beni Az’zabla

Az’zablam beni,
Hem büyüttü hem öğretti.
Buğday ekmeyi, harman dövmeyi öğretti.
Fidan dikmeyi öğretti.
Hep yaptırdı, hep denetti
Ellerimle öğrenmeyi öğretti.

Beyler’de töredir
Doğanlar kundaklanırken
İsimleriyle birlikte kulaklarına
Kızlara “gadun” -hatun-
Erkeklere “bey” diye seslenilir..
Yani isimlerinin yanına
Kimlikleri de eklenir…

Yani kundakta başlar beylik beylerde,
Kundak gibi sarılır bedenlerine
Ve beyler taşırlar beyliklerini
Kundaklarından, kefenlerine

Beylik “ben”lik değil, “biz”lik tir.
Beylik, doğayla ve toplumla birliktir.
Bir olmaktır.
Beylik bir kişiye verilen ünvan değildir.
Beylik herkeste bulunması gereken,
Bir yüce kimliktir.

Beylerde, herkes beydir, herkes eşittir.
Beylerin beyi ise,
Eşitlerin birincisidir.
Budur törelerin töresi
Budur beylerin demokrasisi.

Dedim ya,
“Ben” diye değil,
“Biz” diye başlamak her işe
Ta kundakta işlenir
Beylerin kimliklerine

İşte bu yüzden, bugün hala
Yaptığım her bencillikte
“Ben” diye başladığım her işte
Çıkar karşıma  Az’zabla,
Çatar kaşlarını
“Hey!” der,
“Cemil Bey, Cemil Bey!”
Kendine gel..

Az’zablam toprağa gideli çok oldu,
Ama her an, hala sesi kulaklarımda…

“Beylik başında olmak değil, içinde olmaktır
Mecliste başta değil, herkesin içinde oturacaksın.
Beylik çoklukla, acizlik yoklukla olur,
Hep çokluğun peşinde olacaksın…
Senin çokun almaktan değil, çok çalışmaktan olacak
Çok çalışacaksın çok
Sofrada ekmeğin büyüğünü,
Hayatta verdiğinden çoğunu,
Almayacaksın…
Herkesi doyurmadan doymayacak
Herkesi uyutmadan uyumayacaksın
Uyurken de bir gözün açık uyuyacaksın
Hep göreceksin, hep gözleyeceksin
Gözlediğini düşüneceksin.
Düşündüklerini yapacak, yaptıklarını bileceksin
Ve Bilmeyenlerin bileni olacaksın
Bey’sen eğer,
Korkmayacak, kaçmayacak, yılmayacaksın…

Bunları yapmayacaksan eğer,
Kimsenin önüne düşüp
“Bey” olmayacaksın…”

Dr. Cemil Çakmaklı