Cemil Çakmaklı tarafından yazılmış tüm yazılar

Bilinmeyen adlı kullanıcının avatarı

Cemil Çakmaklı hakkında

Doktor Cemil Çakmaklı Kişisel Bloğu

GÜNGÖR URAS’I ANMAK VE ARAMAK

Güngör Uras dostumu 2018 de bu gün kaybettik..
Bırakın dostluğumuzu, bırakın vefa borcumuzu onu anmak Türk Ekonomistlerinin boyun borcudur, meslek borcudur..
Rahmetli Güngör Uras “Üretken Ekonomist” örneğidir. Geride onlarca kitap, onbinden fazla ekonomik makale bırakmıştır..
Onun bu büyük üretkenliğinin ötesinde unutulmaması ve sürdürülmesi gereken en önemli özelliği ekonomiyi
“anlaşılır” kılma çabasıdır.
O ekonominin elitist bir iş olmadığını halkın ekonomiyi kavramasının zorunlu olduğunu biliyordu..
O yüzden; “Ayşe Teyze” için, Ali Rıza Amca” için ekonomi yazdı..
Vatandaşla ekonomiyi tanıştırmaya çalıştı..
Hep; ” insan anlamadığından kaçar, bu yüzden vatandaşa ekonomiyi anlatmalıyız. Vatandaşımıza ekonomiyi anlatamazsak; bırakın ekonomiyi, demokrasi de ülkeden kaçar. Bu yüzden; ekonomiyi de, demokrasiyi de vatandaşın anladığı dilden anlatmalıyız” derdi…
O; olaylarla alay etmeyi seviyordu.. Espri dozu yüksek bir ekonomistti..
” İndir Faizi, bindir Faizi” kitabı bugün hâlâ faizi anlayamayıp onunla baş edemeyenlerle gırgır geçtiği bir ders niteliğindedir..
Güngör Uras sadece maliye bilmenin ekonomi bilmeye yetmeyeceğini bilirdi…
Sadece para bilenlerden ekonomist olmaz derdi..
Her şeyi bilen, özellikle üretimi ve sektörleri bilen, sahadaki girişimciyle ve alnı terleyenle teması olan ancak ekonomiyi bilebilir derdi…
Bu yüzden, yazılarını üreticilerle konuşarak yazar, bununla da yetinmez Teyfik Güngör olur seyahat yazar, insan yazar, Ali Rıza Kardüz olur esnaf yazar, yemek yazardı..
Çok boyutluydu, çok çeşitliydi…
Bugün onun üretkenliğini, ekonomiyi vatandaşla buluşturma becerisini, ekonomiyi biliyorum zanneden burnu havada yöneticilere verdiği ince ayarı ve güler yüzünü ve dostluğunu, her zamankinden daha çok arıyoruz.
Onu ben dahil, bütün dostları, ekonomiyi bilmek isteyen herkes yana yakıla arıyor…
Ama ne çare…
Gideni ancak bıraktıklarına sahip çıkarak bulabiliriz.
İşte bu duygularla onu anıyoruz ve arıyoruz.
Rahmeti bol, eserleri bize rehber olsun..

Cemil ÇAKMAKLI
19 Ağustos 2024

AFET ABLA’NIN SARMALARI

Rahmetli Hüseyin Şeker’in eşi Afet Abla’yı kaybettik…

Hüseyin Abi’yi 2012’de kaybetmiştik. Bugün de Afet Abla gitti yanına…

İçimdeki Zonguldak’tan bir tel daha koptu.

Bir tel daha eksildim bugün.

İnsanların yaşı ilerledikçe şehirlerinin geçmişleri de büyür.

Şehirler hatıraya dönüşür.

Şehirden iyi insanlar gider, iyilikleri kalır.

Binalar, köprüler, okullar korunmazsa gider, resimleri kalır.

Sözün özü; insan hafızaları birikir, giderek kent hafızasına dönüşür.  

Benim hafızamdaki Şeker Ailesi bölümü 1958’de Çelikel’de Ortaokula başladığım yıllarda; babamla onun arkadaşı ALİ ŞEKER AMCA’nın Yeniçarşı’daki dükkanına gitmekle başlar.

Dükkanın ortasında gürül gürül yanan sobayla başlar.

Yaşıtımız Erdal ve büyüğümüz Hüseyin Şeker abimiz ile devam eder.

Hüseyin Abi; o yıl, bu yıl beni hep izledi, hep sahiplendi.

2004 yılında ağır bir kalp krizi geçirdim, adeta gittim geldim. İstanbul’da Alman Hastanesinde 6 ay yattım.

Bu 6 ay boyunca hemen her hafta en geç 15 günde bir Hüseyin abi ve Afet abla taa Zonguldak’tan İstanbul’a gelip beni sahiplendiler.

Kendileri farkında değildi belki ama beni hayata bağladılar.

Afet Abla, her gelişlerinde çok sevdiğim yaprak sarmalar getirdi bana.

O sarmalar yaprak sarması değil, beni yeniden hayata bağlayan ‘’hayat sarması’’ydı adeta.

Onların ilgisi ve taa Zonguldak’tan İstanbul’a taşıdıkları sevgi beni hayata ve Zonguldak’a daha bir, daha çok bağladı. Zonguldaklı olduğuma sevindim.

Bu güzel insanlarla, bu özel insanlarla benim deyimimle o ‘’Zonguldak Eşrafı’’ köklü insanlar ile onlarda vücut bulan yöremin töresi örfü ve adeti ile hep gurur duydum.

Bugün benim doğduğum topraklar; Zonguldak, Bartın, Karabük diye şeklen ayrılsa da oralar aynı ekosistemin, aynı kültürün bir bütünüdür.

Yöre; idari olarak 3’e bölünse de, o kültür bölünemez.

Zonguldak; Bartın’dan, Safranbolu’dan, Karabük’ten, Çaycuma’dan, Devrek’ten, Beycuma’dan ayrı düşünülemez.

Dedim ya; benim şehrim, ekolojik, sosyolojik ve kültürel bir bütündür.

Bir örf, adet ve insan bütünüdür.

Zonguldak eşrafı, Zonguldak’ta kömür ve kömür için gelenler yokken de vardı.

Bartınlı Ali Şeker ve oğulları ile Davut Fırıncıoğlu, Ereğlili Ruhi Cöbekoğlu, Karabüklü Necmettin Şeyhoğlu, Devrekli Mehmet Hacıkulaoğlu, Çaycumalı Mehmet Tezer ve onların sülaleleri hep vardı, hep oradalardı.

Onlar bizim Zonguldaklılarımız ve yol arkadaşlarımızdı.

Rahmetli Afet Abla da Zonguldak eşrafındandır. Babası Kalaycıoğullarından, Çaycuma’nın eski Belediye Başkanı rahmetli Ömer Kalaycı’dır.

Sözün özü, Afet Abla ve Hüseyin Abi; Zonguldak’ın yani bizim örfün adetin, kanın, genin mutlaka korunması gereken özel değerleridir.

Onları unutmamalı ve unutturmamalıyız.

Onlar da zaten kendilerini ve kültürlerini sürdürecek tohumları ekip gittiler.

Berran Şeker Aydan ve onun yaratıcı kızı Derya’yı Zonguldak’a miras bıraktılar.

Berran ve Derya; Zonguldak’ın sadece örfüne adetine değil, çağdaş yaklaşımları ile Zonguldak ekosistemine ve kent kültürüne sahip çıkıyorlar.

Sadece bu iki miras bile onların ne denli sevilesi ve minnet duyulası Zonguldaklılar olduğunu gösteriyor…

Ne söylesek yetersiz, ne yazsak kifayetsiz.

Afet abla bizi bıraktı, ömür boyu çok sevdiği Hüseyin Abi’ye gitti.

Ama beni hayata bağlayan sarmalara sarıp verdiği sevgiyi, ilgiyi, insanlığı ve Zonguldaklılığı hiç ama hiç unutmayacağım.

Güle güle Afet Abla…

Güle güle…

Hüseyin Abi’ye selam söyle…

Dr. Cemil Çakmaklı

(26 Temmuz 2024)

Gazze, Yahudiler ve Kapitalizm

Dostlarım,

Çeşitlenerek derinleşme, bir gelişmiş insan olma yöntemidir. Bir şey olmaktan çıkıp, çok şey olma bugünkü dünyayı ve yaşamı anlamanın tek yoludur.

Az da olsa böyle insanlar var çevremizde…

Mehmet Öğütçü bunlardan biri. Benim 40 yıllık dostum ve kardeşim.

Diplomasiden ekonomiye, geçmişten geleceğe, felsefeden teknolojiye, kısaca her şeyden haberli, çeşitlenerek derinleşmiş bir adam. Bu konularda otuzu aşkın kitap yazmış bir değerli vatan evladı…

Sık sık uluslararası platformlarda hemen her konuda görüşlerine başvuruluyor. Bana son olarak, İsrail televizyonunda yaptığı konuşmanın bir videosunu gönderdi. Ortadoğunun ve dünyanın sıcak gündemini ele alan bu konuşmayı ve bu konuşma hakkında yaptığım yorumu ilginizi çekeceği düşüncesi ile sizinle paylaşıyorum.

Selamlar, sevgiler…

MEHMET ÖĞÜTÇÜ’NÜN İSRAİL TELEVİZYONUNDA YAPTIĞI KONUŞMA

BU KONUŞMA HAKKINDA YAPTIĞIM YORUM:

İsrail saldırılarını bir “sınır güvenliği ” konusu olarak yutturmaya çalışıyor… Konuyu böyle alırsak akıl yürütmek kolay…
Ama, konuyu; Yahudi bilinçaltındaki “vadedilmiş topraklar”
saplantısına ve yolun sonuna gelmiş Kapitalizmin kendine vakit kazandıracak yeni çatışma alanları ihtiyacına dayandırırsak başka ve daha geniş bir analize ihtiyaç var bence..

Bugünkü Kapitalizmin egemenleri ve gerçek yöneticileri Yahudilerdir..
Kapitalizm üzerindeki Amerikan egemenliğini, Amerika üzerindeki Yahudi Egemenliği ile ilişkilendirirsek konu daha anlaşılır hale gelir.
Dolar’a, ABD ye, dünya bilgi ve teknolojisinin ana sistemlerine hakim olan Yahudiler 4000 yıllık tarihlerinin en güçlü noktasına ulaştılar..
Bu güç zehirlenmesi onları bugünkü Gazze katliamlarına kadar getirdi..
Ne Gazze de, ne Lübnan’ da ne de, Suriye ve Irak da duracak gibi görünmüyorlar.. Onlar dünyanın en uzun hedefli ve hedeflerinde en kararlı topluluğudur.
Dörtbin yıldır olduğu gibi, hedeflerinden hiç vazgeçmeyeceklerdir.

Ancak, arada bir dünya kamu oyunu soğutma ve yanıltma molaları verirler..
Türkler ve Türkiye de uzun vadesini buna göre planlamalıdır.
Ilımlı İslami, BOP ‘u, Suriye’yi, varlığını tehdit eden işgalci göçü kendi iç siyasetine, hatta demokrasisine ve özellikle ekonomisine yapılan manipülasyonları böyle okumalıdır…
Unutmamalıyız ki; insanlık savaşlarla yaşayagelmiştir ve maalesef bu böyle devam edecektir…
Biz her zaman, Türk kalmak, Türk olarak birleşip çoğaltmak, güçlenmek ve kendimizi gelecekte olacaklara hazır tutmak zorundayız..
Bu konuda ilk yapılacak şey ise, bugün ülkemizi köşeye kıstırmış olan ekonomik ve demokratik manipülasyonlara çare aramak ve Truva atlarına engel olmaktır.

Dr. Cemil ÇAKMAKLI

(Temmuz, 2024)

ÇÖZÜM; DÜŞÜNEN TÜRKİYE

Türkler bugünkü açmazlarına çözüm bulacaksa eğer, bunun yolu kurtarıcı aramaktan değil, DÜŞÜNEN TÜRKİYE olabilmekten geçmektedir.

DÜŞÜNEN TÜRKİYE olamazsak eğer; bırakın sorun çözen toplum olmayı, tam tersine sorunlar üreten, demokrasisini işletemeyen, seçemeyen, giderek manipüle edilen bir toplum olmaktan kurtulamayız.

Sözü dolandırmaya gerek yok.

Esasen içinde bulunduğumuz toplumsal süreç tamda budur.

Sorunları farklı, çözümleri farklı insanlar olduk.

Giderek daha büyük sorunlar üreten, demokrasisini işletemeyen, manipüle edilmekten seçemeyen, neredeyse umudunu kaybetmiş, karamsar, ayrışmış bir toplum olduk.

Bu karmaşa giderek bizi toplum olmaktan uzaklaştırıyor, parçalıyor ve ayrıştırıyor. Çünkü toplumsal ayrışmaların temeli; aynı şeylere farklı kavramlar yüklemekle başlıyor.

Kavram farklılıkları, parçalanmanın temeli oluyor.

Bu yüzden aynı kavramlara, aynı çözümlere sahip olamıyoruz, ULUS olmaktan uzaklaşıyoruz.

Mesela ben kalkıp; algı dersem, kavram dersem, bellek dersem, akıl dersem, düşünce dersem, zekâ dersem, zihin dersem giderek beden dersem, hele hele ruh dersem, düşüncenin temeli olan bu kavramlarda bile birilerinden ayrışıyorum…

Bu ayrışmanın okumuşlukla okumamışlıkla, profesörlükle ya da hiç okula gidip gitmemekle alakası yok.

Hatta; bilincini inançla ya da bilimle oluşturanlarla da alakası yok…

Neyle alakası var peki?

Düşünceyi ve yukarıda bahsettiğim düşünceyi oluşturan süreçlere ne anlam yüklediğimizle alakası var. Çünkü düşünce ve düşünce süreçleri konusunda toplumumuzda kavram birliği ve dil birliği yok…

Böyle olunca da, DÜŞÜNEN TÜRKİYE olma şansımız da yok.

Düşünen Türkiye olabilmek için düşüncede kavram birliğine ulaşmak şart.

Kişiliğimizin, toplumsal kimliğimizin oluşabilmesi ile birebir alakalı bu konunun çözümüne bir yerden başlamamız da şart.

Öyleyse hadi başlayalım:

İşe; yaşamı, özellikle insan yaşamını belirleyen DÜŞÜNCE DÖNGÜSÜ’nü kurcalayarak başlayalım.

Diyorlar ki; YAŞAM BİR ENERJİ DÖNGÜSÜDÜR.

Dikkat, “döngüdür” deniliyor. Sabit değil yani…

Yani denge / menge yoktur…

Yaşamda her şeyin bir döngüsü vardır.

İnsanın temel sermayesi olan düşüncenin de bir döngüsü vardır ve o da bir enerjidir.

Ölçü birimi “FREKANS” tır…

Şimdiye kadar, canlı, cansız diye ayırdığımız sınıflamayı da atın bir tarafa.

Her şey canlıdır yani…

Her şeyin bir frekansı vardır yani..

Her şey titreşmektedir.

İnsan canlısının frekansı 62-72 MHz’dır

Yani insan canlısı her organı farklı titreşimde olmakla birlikte saniyede ortalama 62-72 MHz titreşmektedir.

İnsan canlısının bu titreşim özelliğinin iyileştirilmesi ve artırılması, düşünme becerisinin artırılması için de çok önemlidir.

Artık toplumlar bireylerinin daha yüksek frekanslı olmalarını hedefliyorlar. Çünkü; insan canlısı, yüksek frekans sayesinde daha fazla hayat enerjisi depoluyor, algıları güçleniyor, düşünce gücü artıyor, insan pozitif ve herkese karşı sevgi dolu hale geliyor. Böylece her şeyin frekansı artırılarak, yüksek kaliteli, hoşgörülü ve düşünebilen bir toplum oluşabiliyor.

Bugün tıp bilimi bile bu temele yöneliyor, FREKANS TIBBI ile hastalıklar tedavi ediliyor, doğal olmayan ilaç tedavilerinin yerini frekans tedavileri alıyor.

Görülüyor ki; yaşamdaki döngüler ve bu döngülerin frekansları çok önemli.

Hazır buraya gelmişken, DÜŞÜNCE ve DÜŞÜNCE DÖNGÜSÜ konusuna daha yakından bakalım…

Düşünme döngüsünün ilk süreci algılardır. Sık sık sözünü ettiğimiz frekanslar, yani titreşimler algı organlarıyla, görülerek, duyularak, dokunularak, koklanılarak yakalanmakta ve isimlendirilmektedir.

Bu arada hatırlatalım.

Klasik tasnifte olduğu gibi insan sadece 5 duyu organına sahip değildir.

İnsan canlısı bütünüyle bir ALGI organıdır.

O; her an, her şeyi algılamaktadır.

Zaten düşünce çevrimi de bu algılarla başlamaktadır.

Algıladıklarını sıcak, soğuk gibi somut kavramlara ya da iyi, kötü gibi soyut kavramlara dönüştürüp kodlamakta böylece “dil” oluşmaktadır.

Hemen belirtelim ki, zengin bir dil düşünmenin temelidir.

Bu yüzden insanın yarım yamalak çok dil bilmesi değil, tam ve sağlıklı bir düşünce diline sahip olması temel hedef olmalıdır.

İnsan algılayıp dile dönüştürdüğü kavramlarını belleğine atmaktadır.

Buna bazılarımız ” hafıza” da demektedir…

Ama, bundan sonra düşünmenin en önemli safhası olan “AKIL” safhası gelmektedir.

AKIL, Arapça ‘’İKAL’’ kökünden gelmektedir.

Araplar somut şeylere birbirine bağlamaya İKAL ETMEK demektedir. “Devemi hurmaya ikal ettim” derler mesela.

Uzatmayalım…

Araplar; somut şeyleri birbirine bağlamaya ” ikal etmek”, soyut şeyleri birbirine bağlamaya da AKILETMEK demektedir. Biz de bunu aynen böyle kullanıyoruz.

Hafızaya kodlanmış kavramlar, kodlar gerektiğinde çağrılıp birbirine bağlayıp oradan sonuç çıkarmaya AKLETMEK/ AKIL YÜRÜTMEK diyoruz kısaca…

Ne kadar hızlı akıl yürütüp ne kadar hızla sonuç çıkarabilirsek, kendimize ZEKİ diyoruz…

Yani zekâ; ‘’akıl yürütme hızı’’ kavramıdır.

Bu yüzden durup dururken zekâ kavramını, akıl kavramı yerine kullanmamalıyız…

Çünkü akıl; karşılaştırma/ mukayese, zekâ ise hızlı karşılaştırma becerisidir.

Yani akıl farklı, zekâ farklı kavramlardır.

Bu yüzden akıl ve akıl yürütme kavramı üzerinde ve hatta AKIL TARİHİ üzerinde biraz duralım.

Akıl ve akıl yürütme tarihi, boyutlarla ve boyutların tarihi ile birlikte yani geometrinin tarihi ile doğrudan bağlantılıdır.

Geometri; Lineer (çizgisel) olarak yola çıkmış, sonra Kartezyen (yüzeysel) olarak devam etmiş, nihayet günümüzün geometrisi ‘’Uzaysal/Holistik’’ geometri safhasına gelmiştir.

Diğer bir deyişle insan; önce bir çizgi üzerinde akıl yürütebiliyor, yani bir noktayı diğer bir nokta ile mukayese edebiliyordu.

Sonra bir noktayı iki nokta ile izah edebilen, yani A(x,y) kartezyen/ yüzeysel geometriye geçmiştir. Çizgiyi aşıp, yüzeylerle, karelerle, üçgenlerle, dairelerle akıl yürütmeye başlamıştır.

Bugün ise artık; bir noktayı diğer bütün noktalarla bağlayabilen uzaysal/ holistik yani bütüncül/ ağsal geometriye geçtik. Holistik akıl kullanmaya başladık. Yani akıl, biz onu anlamaya çalışırken boyut değiştirdi. Karşılaştırılan şeyler birden, ikiden sonsuza ulaştı.

Artık sonsuz sayıda şeyi birbirine bağlayıp, ‘’Ağ’’ oluşturma çağındayız. Bu çağda artık sadece iki- üç şeyi mukayese ederek sorun çözemeyiz.

Bilim insanları da bu süreci yaşadılar. Önce lineer oldular, sonra kartezyen düşünebilir, kartezyen geometriyi kullanabilir hale geldiler.

Bilim tarihi bu kavramlara göre ayrıştı.

Eski bilim adamları lineerdi. Sonra gelenler kartezyen geometri kullandı.

Mesela Newton dahil, onun çağdaşları hepsi kartezyendir.

Sonra Einstein diye biri çıkıp, E=mc² dedi, yani madde enerjidir, enerji de maddedir konusunu formüle etti. Enerji ve madde için bunlar birbirine dönüşebilir diye buyurdu.

Yani doğadaki sonsuz çeşitliliği ve onun döngüsünü bilime taşıdı. Her şeyi, her şeyle mukayese etme safhasına geldi bilim yani holistik oldu.

Sonra kuantum fizikçileri; bir şeyin her yerde olabileceğini ortaya attılar.

Yani düşünce döngüsünün en önemli süreci olan AKLIN; yeni bir geometrisi oldu, geometrinin de yeni bir aklı oldu.

Yukarıda bir yerlerde dedim ya, akıl farklı, zekâ farklı kavramlardır diye.

Biz daha kartezyen aklı özümseyememişken, akıl yürütme de farklılaştı, holistik oldu. Bir şeyi, bir şeye bağlamaktan çıktı, her şeyi her şeye bağlayabilir oldu.

Zekâ da, yani bir akıl yürütme hızı olan zeka da hızlandı, mekanikleşti.

Artificial Intelligence (AI) oldu, yapay zekâ oldu.

Gelelim DÜŞÜNEN TOPLUM olabilmenin en önemli birikimi olan ZİHİN meselesine….

Düşünce süreçlerinin çıktılarından, bireysel, giderek toplumsal zihin oluşur. Zihin madde değildir.

Artık birileri kesin olarak diyor ki, gerçekte madde yoktur, düşünce süreçleri sonucu oluşan ZİHİN vardır.

Bu ZİHİN, tüm maddelerin ana yapısıdır.

Einstein’dan başlayarak modern fizik; maddenin bir illüzyon olduğunu kesinleştirmiştir. Tüm fiziksel maddeler, etrafımızdaki her şey, bir frekansın sonucudur.

Ama biz, dış dünyanın fiziksel bir kökeni olduğu zannımızı hiçbir zaman sorgulayıp değiştiremiyoruz.

Oysa sorgulamalıyız…

Zannetmekten vazgeçmeliyiz.

Belki de dışarıda gerçekten hiçbir şey yok. Fiziksel görünüm diye bir şey yok.

Eğer kendi kendimize doğru düşünmeyi öğrenmez, bugünün holistik dünyasını kavramaz, kendi kendimize zihin oluşturmaz isek başkalarının oluşturduğu zihin ile yaşarız.

Yani ikinci el yaşarız.

Başlangıçta söylediğim gibi;

Yaşam bir enerji döngüsüdür.

Ses, ışık, düşünce hep birer enerji döngüsüdür.

Yaşam; bu döngüleri doğru döndürme becerisidir.

Bu döngülerin önemlisi, önemsizi yoktur. Hepsi birer bütündür bunların.

Bizimle evreni, varlıkla yokluğu, hiçlikle çokluğu birbirine bağlayan döngülerdir bunlar.

Ama bizim için, DÜŞÜNEN TÜRKİYE için en önemli döngü; DÜŞÜNCE DÖNGÜSÜ’dür.

Bu yüzden, etkin bir insan, sağlıklı bir toplum olmak istiyorsak, yukarıda da söylediğim gibi düşünmeyi, yeni kavramlarla düşünceyi öğrenmeliyiz ve öğretmeliyiz.

BUNUN İÇİN: ALGILARI GÜÇLÜ, KAVRAMLARI NET, DİLİ ZENGİN, ÇOKLU MUKAYESE YAPABİLEN YANİ AKIL GÜCÜ YÜKSEK, HIZLI DÜŞÜNEN YANİ ZEKI BİR TOPLUM OLMAYA YÖNELMELİYİZ.

Kısaca düşünebilen, sorun çözebilen, doğruyu yanlıştan ayırabilen, sonsuz çeşitlilikten oluşmuş bu Dünya’yı kavrayabilen bireyler olmalıyız.

Bu bireylerden oluşan bir DÜŞÜNEN TÜRKİYE olmalıyız.

Yoksa okuma- yazma dahil, hatta sosyal medya dahil bütün iletişim sistemleri bizi başkalarının istediği gibi yönetmeye başlarlar.

Çünkü düşünemeyen özgür olamaz.

Giderek; bizim düşüncemizi içermeyen, bizim oluşturmadığımız zihinlere dayalı iletişim, kişiliğimizin celladı olur. Biz de hiçbir şeyin farkında olmadan celladımızı sever dururuz.

Ama biz bu konuda, düşünceyi öğrenme ve DÜŞÜNEN TÜRKİYE olma konusunda çaresiz değiliz. Bir sürü çıkış yolumuz var.

Her şeyden önce düşünce; öğrenilebilir bir şeydir.

Ne kadar geç kalmış olursak olalım, yeniden başlayabiliriz.

Bunun için mekâna da gerek yoktur. Evde, okulda, toplumda, her yerde öğrenilebilir bir şeydir düşünce. Yeter ki, düşünme çevrimi ve onun kavramları konusunda toplumsallaşmış bir temel eğitim verebilelim.

Böylece doğacak bir toplumsal sinerjiden, DÜŞÜNEN TÜRKİYE ve giderek ortak bir bilinç üretebilen Türkiye’ye ulaşmak mümkün olacaktır.

Bu konuda bizim tarihi alışkanlıklarımız da var.

Biz Türkler; inançlarını bile akıl ölçüsüne vurabilmiş bir milletiz.

‘’Düşünmeyenin, sadece ezberleyenin inancı olmaz’’ diyebilmiş bir milletiz. Dili olmayanın, düşüncesi de olmaz diyerek dil ve düşünce arasında çok sıkı bir bağ olduğunu görmüş, bu yüzden Türkçeye sahip çıkmış bir milletiz biz.

Türkçemiz gibi köklere dayalı, kendi kendini çoğaltabilen bir dille düşünce üretemezsek, sadece bize değil, insanlığa da yazık olur.

Türkçe gibi sadece iletişime yaramayan, tarihsel süreçte bir DÜŞÜNCE DİLİ haline gelmiş bir dile sahibiz.

Türkçeyi ve ona dayalı düşünmeyi hiç bırakmadan, bu dil ve düşünce zenginliğinden, bireysel ve toplumsal bir DÜŞÜNME ALIŞKANLIĞI oluşturmalıyız.

Düşünen Türkiye olma konusu, yeni aklımıza gelmiş bir konu değildir.

Toplumsal meselelerin içinde daha aktif olduğumuz yıllarda bu konunun üzerine çok gittik.

Çoktandır görmediğim eski dostum Tınaz Titiz ile kurduğumuz ve değişimli başkanlık yaptığımız Beyaz Nokta Vakfı ile; ‘’Ezbere Hayır!’’, ‘’Ezbersiz Eğitim’’ gibi kampanyalar yürüttük. Ezberlemeyi değil öğrenmeyi, öğrenmek için de düşünebilmeyi öne çıkarmaya çalıştık.

Çünkü bugün gibi, o gün de toplumsal meselelerdeki çözümün DÜŞÜNEN TÜRKİYE olmaktan geçtiğini biliyorduk.

Bu sayede; o yıllarda, bizim Milli Eğitim Politikamızı yürütenler ‘’Ezbersiz Eğitim’’ demeye başladılar.

O yıllarda Düşünme Eğitimi adlı bir yardımcı kitap bile Bakanlığın referans listesine girdi. Ama sadece o kadar. Daha öteye geçemedik.

Düşünme eğitimini, eğitim sistemimizin temeline koyup, bunu bir toplumsal alışkanlık haline getiremedik.

O zaman tam anlamıyla sonuç alamadığımız bu kavga; bugün, yarın ve daima toplumumuzun en önemli sorunu olarak önümüzde durmaktadır.  

Türkler; düşünce eğitimini yaşamlarının temeline koyarak, hep birlikte DÜŞÜNEN TÜRKİYE haline dönüşmelidir.

Bu süreçte Türkçemiz de düşünce dili olarak daha da gelişmeli, bu mükemmel dil ile düşünebilen ve sorun çözebilen bir toplum olmalıyız.

Bana göre; Türklerin geleceği her şeyden önce bu çabaya bağlıdır. Bu konuda çabalamayı hiçbir zaman bırakmamalıyız.

DÜŞÜNEN TÜRKİYE bizim sağlıklı bir geleceğe ulaşmak için tek yolumuzdur.

BUGÜN, TÜRKİYE’NİN ÖNÜNÜ TIKAYAN HER TÜRLÜ SORUNU, TÜRKİYE DIŞINDA ÜRETİLMİŞ KURTARICILAR DEĞİL, KİŞİLER, AHMET’LER, MEHMET’LER DEĞİL, DÜŞÜNEN BİR TÜRKİYE ÇÖZER.

Bu yola girmek için neredeyse artık hiç vaktimiz kalmadı.

Haydi daha fazla gecikmeyelim.

Haydi hep birlikte başlayalım.

Dr. Cemil Çakmaklı

(Şubat 2024, Ankara)

FIRINCIOĞLU’LARIN BAŞI SAĞ OLSUN

Bartın’ın; işine aşık ve çalışkan Belediye Başkanı Hüseyin Fahri Fırıncıoğlu, eşi Hatice Fırıncıoğlu’nu kaybetti.

Cenaze törenine gidemedim.

Ama uzun yıllardır dostluk ettiğim bu aile için içimden geçenleri de paylaşmadan edemedim.

Hüseyin Başkan; gençliğimden beri tanıdığım, bizim oraların deyimiyle ‘’soylu-soplu’’ bir adamdır.

Adam gibi adamdır.

Adamlığı ’’Fırıncıoğlu’’ soyundan ve de babası Davut Fırıncıoğlu’ndan gelir.

Benim can dostum Davut Fırıncıoğlu Bartın’da dört dönem kendisi talep etmeden Belediye Başkanlığı yaptı.

Bartın onu hep istedi, o da halkın isteğini yerine getirdi.

Davut Fırıncıoğlu; Bartınlı doğdu, Bartın’ın doğal lideri oldu ve Bartınlı olarak 1991’de öldü.

Ardından çoluk-çocuk, kadın-erkek bütün Bartınlı ağladı.

Bizim oralarda; Bartın’da, Çaycuma’da, Gökçebey’de, Devrek’te ve de Beycuma’da özel bir sosyoloji, özel bir şive, özel bir folklor, kısaca özel bir halk vardır.

Bu halkın tarihinde ağalık, paşalık yoktur. Halk kendi istediğini ‘’ağa’’ yapar.

Davut Fırıncıoğlu’nu da halk ‘’Davut ağa’’ yaptı. ‘’Ağa’’nın sonundaki ‘’ğ’’ ve ‘’a’’yı yutarak ve kalan tek ”a”yı uzatarak ve o tek a’ya içten bir sevgi ve saygı katarak ve de kendi şivesine uydurarak ona hep ‘’DAVUT’Â’ dedi.

Çoluk çocuk, büyük küçük, Vali, Bakan, Başbakan, kim olursa olsun ona hep sadece ‘’DAVUT’Â’’ dedi.

Daha doğru bir deyişle Bartın halkı; onun insan sevgisini, asaletini, dirayetini, adaletini, cömertliğini  ‘’Ağa’’ yaptı.

Ona olan sevgisini ünvanlaştırdı.

Onu, yaşadığı müddetçe el üstünde tuttu, seçim üstü tuttu.

Kendini onda gördü. Onda kendini lider gördü.

Onun döneminde halkın sevgisi iktidar oldu.

Öte yandan, halktan gördüğü sevgi Davut’a da sorumluluk oldu, kimlik oldu, halka hizmet oldu.

Sağ olduğu yıllarda Bartın’a her gittiğimde onunla birlikte onun hep yaptığı şeyi yaptık. Ekmek fırınında şapşap köftesi yedik. Ayakkabı tamircisinde dibek kahvesi içtik. Çekiciler sokağında ıhlamur, esnafın içinde bir yerlerde Pum-Pum çorbası içtik.

Hep insanlar içinde, esnaf içinde ağırladı beni.

Onunla birlikte Bartın’ın sosyal hayatının tadını da kaybettik.

Şimdi yılda bir mezarına gidebiliyorum. Sohbet ediyorum kendimce.

İşte; bugün eşini kaybeden Bartın’ın Belediye Başkanı Hüseyin Fahri Fırıncıoğlu, böyle bir soydan, böyle bir babadan geliyor.

Gücü; kendisini güçlendirmek için değil, halka hizmet için kullanmayı anlamlı bulan bir soydan geliyor.

Gençliğinden beri tanıyıp, sevdiğim, bizim kuşağın delikanlısı Hüseyin Başkan’ın başı sağ olsun…

Davutâ’nın ruhu şad olsun…

Ama içtenlikle dilerim ki; Türk demokrasisi isteyenin değil, Davut’â gibi istenilenlerin yönettiği bir demokrasi olsun.

Tekrar başımız sağ olsun…

Dr. Cemil Çakmaklı

23.01.2024/ Ankara

ZONGULDAK PROJELERİNE EKOLOJİK BAKIŞ VE KENEVİR PROJESİ

Üniversitemiz (BEÜ), tam bir Zonguldak üniversitesi oldu. Zonguldak için projeler geliştiriyor. Tamda olması gerektiği gibi, Zonguldak’ın sorunlarına ‘’projeli çözümler’’ üretiyor.

Bu defa, bölgede Endüstriyel Kenevir Üretimi Projesini ele almışlar. Benden de bu projeye önderlik etmemi ve projenin Onursal Başkanı olmamı rica ettiler.

Bölgenin sorunlarının boş laflarla değil, gerçekçi projelerle çözüleceğine inanan, ömrünü projelere adamış bir Zonguldaklı olarak severek kabul ettim bu öneriyi.  

Böyle bir iş birliği için üniversitenin Sayın Rektörü Prof. İsmail Hakkı Özölçer’e ve projeye büyük bir enerji yükleyerek yürüten Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanı Sayın Prof. Emine Yılmaz Can’a ve AKED Kurucu Başkanı Ercüment Degidiben’e teşekkür ediyorum. Açılış konuşmasında teşekkür ettim ama, bu güzel insanlar bir kere daha teşekkürü hak ediyor.  

KENEVİR PROJESİ, TAM BİR ZONGULDAK PROJESİDİR

Kenevir bizim çocukluğumuzda da Zonguldak’ta ekilip biçilen tanıdık bir bitkidir.

Kenevir ve yine bir lif bitkisi olan keten, bizim köylerde her evde ekilirdi. Lifleri kalın olan kenevirden ipler ve kilimler dokunur, ince lifli ketenden giyecekler dokunurdu. Bizim keten ipliklerinin yanı sıra o yıllarda, ‘’pelemek’’ denilen hazır ithal ipliklerde ortaya çıkmıştı. Pelemek ipliğinin Hollanda’dan ithal edilen bir iplik olduğunu ve adının Hollanda’nın Osmanlıcası olan Felemenk’ten türediğini zannediyorum.

Düzeltilmiş haliyle söylersek ‘’felemenk’’ ipliklerinin de evlerdeki ‘’düzen’’ denilen dokuma tezgahlarında dokunduğunu ve bizim evde üretilen keten ipliklerinin de aynı tezgahlarda dokunduğunu hatırlıyorum.

Evlerde dokunan Felemenk bezlerinin terlettiğini, bizim keten ipliklerinden üretilen keten bezlerinin çok daha sağlıklı olup, terletmediğini onları giyenler söylerdi.

Ama söz kenevirden açıldığına göre, 2-3 metre boyundaki kenevir saplarının biçildikten sonra derelerde ıslandığını, sonra biraz kurutulup ‘’mengelez’’ denilen el aletlerinde özlerinin kırılarak liflerinin çıkarıldığını hatırlıyorum.

Ama ne olduysa oldu, bizim köylerde kenevir ekimi yok oldu gitti.

Ne olduğunu sonradan anladık.

Meğer bizim kenevir, mucizevi ekolojik özellikleri olan bir bitkiymiş ve bu yüzden uluslararası siyasi oyunlara kurban gitmiş. Yasaklanmış.  

Yakından bakıldığında kenevir gerçekten de mucizevi bir bitkidir. Çünkü bugün dünyanın ve yaşamın baş belası bütün kimyasal ve sentetik ürünlerin yerini alabilen doğal, organik bir üründür kenevir. Kullanıldıktan sonra, sentetikler gibi doğayı tıkamayıp, eriyip doğal döngüye katılabiliyor.

Üstelik; gıdadan, tekstile, ilaçtan otomotive, kozmetikten inşaata, hemen hemen tüm sektörlerde sentetiklerin yerine kullanılabiliyormuş. Ellibin tür kadar ürün elde edilebiliyor, evet yanlış duymadınız tam ellibin türü aşkın ürün elde edilebiliyor kenevirden.

Dahası bugün bütün dünyanın çare aradığı küresel ısınmaya ve giderek meteorolojik felaketlere sebep olan atmosferdeki aşırı CO² kirlenmesini emebiliyor ve köklerinde depolayabiliyor kenevir…

Yukarıda kenevirin siyasi bir bitki olduğunu söyledik.

Gerçekten de Uluslararası siyasete ve siyasi baskılara neden olmuş bir bitkidir kenevir. Bu kadar çok doğal ürün üretilebilen kenevir, petrolden üretilebilen bütün sentetik ürünleri, ilaçların, kozmetiklerin doğal alternatifi olduğu için petrol tekellerinin düşmanı ve hedefi haline gelmiştir. Genellikle ABD’de yerleşmiş petrol rezervlerini ele geçirmiş Yahudi orjinli firmalar mesela DuPont; ürettiği petrol türevlerine rakip gördüğü için, medya gücünü de kullanarak bizim keneviri uyuşturucu hammaddesi ilan ederek ve ABD’nin siyasi gücünü kullanarak Türkiye dahil bütün dünyada yasaklattılar keneviri.

Oysa; uyuşturucu hammaddesi olan bizim endüstriyel kenevir, latince adıyla Cannabis Sativa değildir. Uyuşturucu hammaddesi olan kenevir Cannabis İndica, yani hint keneviridir. Onun da endüstriyel kenevirle alakası yoktur. Yani bizim yıllardır kullandığımız endüstriyel kenevir, uyuşturucu yaftasıyla yaftalanıp suçlu ilan edildi. Uluslararası sentetik tekellerince mahkûm edildi ve Türkiye dahil pek çok ülkede ekimi yasaklandı. Uyuşturucu olduğu için değil, sentetik petrol türevlerinin yerine geçebildiği için.

Bizim kenevirin ortadan kaybolma sebebi bu…

Dönelim şimdi Zonguldak’taki endüstriyel kenevir projemize.

Eğer biz keneviri ekilir, dikilir ve işlenir hale getirebilirsek, kenevir Zonguldak’a çok büyük faydalar sağlayacaktır. 

Kenevirin Zonguldak’a ilk faydası; havadaki CO²’yi emebildiği ve köklerinde depolayabildiği için, kömür üretimi ve dışarıdan ithal edilerek, bölgedeki termik santrallerde yakılan 20 milyon ton kömürün doğurduğu havadaki CO² kirliliğine çare olacaktır. Yani Zonguldak’ın CO² ile kirletilmiş havasını temizleyecek, insanımızın zehirlenmesini önleyecektir.

Ama bir başka çok önemli katkısı daha olacak Zonguldak’a ve bizim köylerimize. Gelirsizlikten ve verimsizlikten terk edilen, sadece birkaç yaşlının yaşadığı köylerimize yeniden hayat verecek, boşalan köylerimizi ve boş kalan topraklarımızı canlandıracak. Yani, köye geri dönüşü sağlayacaktır kenevir projesi.

Daha neler neler.

Daha ne çok faydası var bu kenevirin.

Bir dönüm kenevir, 25 dönüm orman kadar O² üretebiliyor, yine bir dönüm kenevir 4 dönüm ağaca eş kâğıt üretebiliyor. Bir ağaç en az 20 yılda yetişiyor, kenevirse yalnızca 4 ayda. Kenevir 8 kez kâğıda dönüştürülebiliyor, ağaç ise 3 kez. Tarım ilacına ihtiyaç duymuyor, çok az suya ihtiyaç duyup kolaylıkla yetişebiliyor.

Bütün bunları belirttikten sonra, yüksek sesle söyleyebiliriz.

Kenevir projesi, tam bir Zonguldak projesidir.

GELECEĞİN PROJELERİNE YAKLAŞIM VE ZONGULDAK PROJELERİ

Proje proje demişken, geleceğin projelerine ve bu bağlamda bizim Zonguldak projelerine de bir bakalım. Geleceğin Zonguldak’ını belirleyecek olan projeler için genel doğruları bulmaya çalışalım.

Geleceğin projeleri Zonguldak’ta değil, bütün dünyada artık doğaya ve doğal dengeye uygun olmalıdır. Bunun için de, geleceğin global tehlikelerine ve ekolojik tehditlere cevap verebilmelidir. Bugün dünyamız ve yaşam; küresel ısınma ve iklim felaketleri, biyolojik çeşitliliğin azalması, toprak hava ve su kirliliğiyle karşı karşıyadır. Bütün bu olumsuzlukları insanın projeli eylemleri doğurmuştur.

Bu yüzden geleceğin projeleri bu tür global tehlikelerin ve ekolojik tehditlerin değirmenine su taşımamalıdır.

Bu açıdan bakıldığında Türkiye zaten hassas bir konumdadır.

İki coğrafi kıtadan oluşan ülkemiz, bünyesinde üç ekolojik kıta barındırmaktadır. Bunlar; Avrupa-Sibirya, İran-Turan ve Akdeniz Ekolojik kıtalarıdır. Yani üç ekolojik kıta Türkiye’de birleşmekte ve bu birleşim noktasında biyolojik çeşitlilik çok yüksek bir seviyeye ulaşmaktadır. Örneklemek gerekirse, tohumlu bitkilerde tür ve tür altı takson sayısı, bütün Avrupa kıtasında 6.000 tür seviyesindeyken, Türkiye’de bu sayı tek başına 11.700 türe ulaşmaktadır. Diğer bir deyişle, Türkiye’nin çeşitliliği ve bu yüzden ekolojik sorumluluğu bütün dünya ülkelerinden daha fazladır. Bu türleri korumak zorundayız.

Zonguldak’ta ekolojik durum daha da büyük önem arz etmektedir.

ZONGULDAK BİR ÇEŞİTLİLİK CENNETİDİR

Zonguldak, her yerde bir ekosistem varken dört ekosistemi birden bünyesinde barındırmaktadır. Zonguldak’ta deniz ve kıyı ekosistemi, dağ ve orman ekosistemi, vadi ve akarsu ekosistemi ve de tarımsal ekosistem bir arada bulunmaktadır.

Ekosistemler açısından Zonguldak’ın jeolojik, topografik ve demografik çeşitliliğine göz atalım.

Zonguldak’ta toprağın altı, kömürü ile bilinir ama onun ötesinde manganezi, boksiti, kuvarsı, şifertonu başta olmak üzere, Zonguldak büyük bir yer altı çeşitliliğine sahiptir. Bir de buna mağaraları eklerseniz, Zonguldak’ın yer altı çeşit çeşittir.

Toprağın üstüne dönüp baktığımızda dimdik dağları tepeleri ormanları, onların ayak ucunda incecik vadileri, vadilerdeki dereleri, çaylarıyla ve binlerce çeşit bitki ve hayvanıyla toprağın üstü de çeşit çeşittir Zonguldak’ta.

Bunların dışında bir başka zenginliği, sosyolojik çeşitliliği vardır Zonguldak’ın. İnsan çeşitliliğidir bu.

İki yüz yıl kadar önce o zaman tek değerli enerji kaynağı olan kömür, bilinen deyimiyle yetmiş iki buçuk milleti Zonguldak’a toplamıştır. Balkanlardan; Arnavutlar, Hırvatlar, Boşnaklar, Doğu Karadeniz’den; Gürcüler, Abazalar, Hopalılar, Rizeliler, Trabzonlular bölgeye gelip yerleşmiştir. Üstüne üstlük kömür işletmelerini yönetmek için Fransızlar, Almanlar, Ermeni ve Rum işletmeciler yıllarca bu bölgede yaşamıştır. Kendimden bir örnek vereyim; Çelikel Lisesinde son sınıfta, bizim 6 Fen-A’da 30 kişiydik. Babası Zonguldak’ta doğmuş biri ben sadece iki kişi vardık.

Yani, insanı da çeşit çeşit bir şehirdir Zonguldak.

Toprağın altı çeşit çeşit, üstü çeşit çeşit, insanı çeşit çeşit, ekosistemleri çeşit çeşit olan Zonguldak, bir çeşitlilik cennetidir.

Ben hep söylerim; güzellik çeşitliliğin en yüksek düzeydeki optimizasyonudur. Bu yüzden, bu çeşitlilik yüzünden Zonguldak gerçekten de güzel bir şehirdir. Ancak bütün güzellikler ve çeşitlilikler gibi yönetilmesi zordur Zonguldak’ın.

Sözün kısası Zonguldak projeleri de, çeşitliliği de en iyi yöneten doğanın kurallarına uygun olmalıdır. Yani projeler ekolojik bilinçle hazırlanıp, ekolojik sorumlulukla yönetilmelidir.

Bu bakış açısıyla Zonguldak’ın mevcut ve gelecekteki projelerine dönüp bir bakalım.

ÖNCE YER ALTI PROJELERİNE BAKALIM…

Zonguldak; yer altı ile, kömür ve kömür projeleri ile yola çıktığı için ‘’altı projeli, üstü projesiz’’ bir şehir olmuştur hep. Yerin altını önce Almanlar, sonra Fransızlar projelendirmiştir. Şehrin adının bile Fransız projelerinde yer alan ‘’ZONE GÖLDAG’’ (Göldağ zonu) kelimesinden türediğini ileri süren etimologlar ve Zonguldak tarihçileri vardır.

Göldağ; Zonguldak’ın yakınında bulunan 780 metre yüksekliğinde bir dağdır. Tepesine yakın bir yerde bir göl olduğu için adı GÖLDAĞ’dır. Bir görüşe göre; Fransızların ZONE GÖLDAG’ı evrilip ZONGULDAK olmuştur.

Yani Zonguldak ismi, Fransızların yer altı projelerinden gelmektedir.

Bugünden 200 yıl kadar geçmişe uzanan kömür döneminde Zonguldak karmaşık tektoniği yüzünden proje geliştirmekte ve uygulamada çok zorlanmıştır. Çünkü başka kömür havzalarında, Ukrayna’da, Avusturalya’da, Güney Afrika’da hatta Almanya kömür havzalarında olduğu gibi, kömür damarları yer yüzüne paralel ve düzenli konumda değildir Zonguldak’ta…

Zonguldak Kömür damarları adeta arzın merkezinden yer yüzüne doğru uzanan dik ve yeryüzüne doğru parçalara ayrılan dallardan oluşmuştur.

Bu kömür tektoniğini projelendirmek ve burada üretimi mekanize etmek hemen hemen imkansızdır. Kömür burada insan gücüne ve özel çözümlere dayalıdır. Zonguldak kömür üretimini kuyular, galeriler, desandriler, domuz damları, özel ahşap imalatlar ile doludur. Havalandırma ve nakliyat çok zordur. Üstüne üstlük Zonguldak taşkömürleri grizu denilen yanıcı gazlarla iç içedir. Bol kazalı, bol ölümlü bir kömür havzasıdır Zonguldak.

Bu yüzden tarımla ve hayvancılıkla uğraşan Zonguldak’ın Türkmen köylülerini madene sokmak, madenci yapmak çok zorlu olmuştur. Türkmen köylüler zaman zaman mükellefiyetlerle ve Jandarma zoruyla yer altına sokulmuşlar, zaman zamanda askerlikten muaf tutularak çalıştırılmışlardır. Diğer bir deyişle ölümü gösterip sıtmaya razı edilmişlerdir.

Zonguldak’ın Türkmen köylüleri için havza tam bir ölüm havzasına dönüşmüş, son 60-70 yılda grizu ve göçüklerle beş bin insan kömür üretimi için şehit edilmiştir.  Yer üstünde de pnömokonyoz denilen kömür tozu hastalığından on bine yakın köylüde vefat etmiştir. Zaman böyle akıp gitmiş, bizim yaşayarak gördüğümüz yıllarda, bundan 50 yıl önce, yani 1970’lerde taş kömürü işletmesinde 35 bin kişi istihdam ediliyor ve 7 milyon ton tüvenan çıkıyordu. Ama yukarıda anlattığım gibi, havzadan kömür değil, ölüm ve hastalık çıkıyordu.

Bu günlerde rödovansçılarla birlikte 1 milyon 400 bin ton kömür çıkıyor bölgeden. Bölgede başka kullanan kalmadığı için termik santraller 20 milyon ton kömür yakıyor. 1 milyon tonunu içeriden alıyorlar, 19 milyon tonunu ithal ediyorlar. Kömür var diye kurulan demir çelik fabrikaları da ithalatla çalışıyor.

Sözün özü bölgede kömür üretimi sıkıntıda. Neredeyse durmak üzere… Ayrıca uluslararası düzenlemelerde karbon ayak izini sıfırlamak ve iklim krizlerini önlemek adına kömür üretimini sonlandırılmak üzere. Ne zaman bilinmez ama, 10-15 yıl içinde belki de kömüre veda edilecek. Bize de o zamana kadar kömürümüzü en az zararla ve can kaybıyla çıkarmak ve çıkardığımız müddetçe de ona sahip çıkmak zorundayız.

Bu zorunlu dönem için birkaç önerim var:

  1. Yüksek maaliyetleri ve mekanizasyon açmazları yüzünden sürekli zarar eden ve üretimi düşen TTK’ı, sermaye ve yönetim açısından kullanıcılara yani termik santrallere ve demirçelikcilere sahiplendirmek faydalı bir çözüm olabilir. Bu konu çalışılmalıdır.
  2. Termik santrallerin doğurduğu karbonik kirlenmeyi daha yakın bir kontrolle minimuma indirmek ve bölge havasını korumak zorunlu bir çalışmadır.
  3. Dünyanın en zor işini yapan rödovans denilen sistemle çalışan kömür girişimcilerine mostra değil, etüdü yapılmış projeli sahalar verilmelidir. Yani bu işletmecilere TTK’daki bilgi birikimi proje olarak aktarılmalıdır. Denetimleri de bu zemin üzerinde yapılmalıdır.

Bütün bunlar bir geçiş zamanı yaklaşımı olarak önerilmektedir. Bu geçiş zamanında bile kömürü ve kömür işletmecilerini yalnız bırakmamak bir Zonguldak sorumluluğudur.  

ŞİMDİ, BİRDE DÖNÜP YER ÜSTÜ PROJELERİNE BAKALIM

Yukarıda anlattığım gibi, Zonguldak adını bile yer altı proje çalışmalarından almaktadır. Ama Zonguldak yerin altı ile uğraşmaktan, üstüne dönüp bakmamış, Zonguldak’ta yer üstü ile ilgili projeler geliştirilememiştir.

Oysa bugün, Zonguldak’ta hızla birçok yer üstü projesi geliştirilmek zorundadır. Çünkü kömür, Zonguldak için çare olmaktan çıkmak üzeredir. Bu durumda hızla yer altından kömürü değil, insanı yer üstüne çıkarmaya dönük yeni proje hazırlıkları içinde olmalıyız.

Yukarıda sık sık belirttiğimiz gibi, karbon kirliliğinden ve küresel ısınmanın felaketlerinden kurtulmak isteyen insanlık, zaten kömürü ve ondan elde edilecek enerjiyi de gözden çıkarmış durumdadır. Muhtemelen yakın bir gelecekte kömür üretimi bütün dünyada durdurulacaktır.

O kesin vakte kadar biz de Zonguldak’ta kömüre alternatif yeni istihdam alanları oluşturabilecek projeler geliştirmek zorundayız.

Hep söylediğimiz gibi, bu yeni projeler geleceğin projeleri gibi ekolojik yaklaşımlı olmalıdır.

Esasen ekolojik yaklaşımlı bu projelerini düşünmeye taa 40 yıl önce başladık. Ama gerçekleştirmek için çok vakit kaybettik.

Bu konuya örnek en önemli proje, Filyos Vadisi Projesidir.

Herkesin bilmeye hakkı var. Bu projenin başlangıcını anlatmalıyım.

Filyos Projesinin Başlangıcı:

Benim mecliste olduğum zamanlarda, 1983 yılı başında Kandilli’de bir grizu faciası yaşandı. 400 işçi vardiyaya girdi, grizu patladı, 102 işçi şehit oldu, yarısı yaralandı. Dönemin Başbakanı ve İmar İskan Bakanı ile birlikte Kandilli’ye geldik. Soğuk ve yağmurlu bir günde 102 tabutun bir arada bir kasabaya sığmadığını gördük. Ama o gün Kandilli’ye sığmayan 102 tabuttan daha büyük bir şey vardı. Feryat ederek kendini Kandilli’nin çamurlarının içine atan 400-500 şehit madenci yakınının acısı ve feryatları yere, göğe sığmıyordu. O gün orada yaşadıklarım, hayatımın en büyük acısı ve çaresizliği olarak hala içimde yaşamaktadır.

O manzarayı yaşayan ve herkesin ortasında kendini tutan Başbakan Ulusu, dönüş için arabaya bindiğinde daha fazla kendini tutamadı ve gözünden yaşlar boşaldı. ‘’Ne yapacağız Cemil Bey, bu maden ölümlerine nasıl engel olacağız?’’ diye sordu. Benden önce İmar İskan Bakanı Ahmet Samsunlu atladı, ‘’Efendim, bu konuda Cemil Beyin zaten bir çalışması var.’’ dedi. ‘’Nedir’’ diye sordu Başbakan.

Kısaca; ‘’Kömürü değil, insanı yeryüzüne çıkaracağız Sayın Başbakanım. Alternatif istihdam alanları yaratacağız.’’ dedim. Ve dönüş yolunda Ankara’ya kadar Başbakan’ın arabasında planlama yıllarında oluşturduğumuz Türkiye’nin 26 havzasından biri olan Batı Karadeniz’in omurgası Filyos Vadisi üzerinde geliştireceğimiz projeyi anlattım.

Anlattığım şuydu…

Filyos Vadisi’nin denize ulaştığı yerde bir liman yapılacak, bu liman İç Anadolu sanayisiyle hızlı bir yük treniyle birleştirilecek ve İç Anadolu’nun Filyos’a bağlanması sağlanacaktır. Daha sonra bu liman; Karadeniz iç ticareti ile ilişkilendirilecek ve bu ilişki özellikle 480 km ötedeki Köstence’den, Tuna Su Yoluyla Avrupa içlerine kadar uzanacaktır. Filyos Vadisinin Bartın’a, Karabük’e, Çaycuma’ya, Devrek’e kadar uzanan bölümlerinde ise; Vadide ırmağın varlığını inkâr etmeden ve vadi ekolojisini bozmadan, kirletmeyen, yükte hafif pahada ağır bir sanayi kurmak, tarımı bütün vadiye yaygınlaştırarak organikleştirmek ve bölgenin emsalsiz zenginliklerini turizme açmak, projenin temeli olmalıydı.

Bütün bunları heyecanla anlattım. Yani Filyos Vadisi projesini, daha planlama yıllarında kafamda oluşmuş haliyle Sayın Ulusu’ya ve Ahmet Samsunlu’ya aktardım.

Başbakan Ulusu; Ahmet Samsunlu’ya ve bana, ‘’Oturun ve gece gündüz bu projeyi bitirin, bana da her hafta bilgi verin’’ dedi. Ankara’ya döndük, tam 6 ay gece yarılarına kadar bütün Bakanlık plancıları ve uzmanları ile bu projeyi çalıştık. Her safhasında Sayın Ulusu’ya bilgi verdik ve 1984 bütçesine o günkü parayla 30 bin liralık Filyos Limanı Etüt Ödeneği de konuldu. Proje için böylece küçük bir adım atıldı.

O gün bugün, ben de bu konunun sadece Ankara’da bitmeyeceğini ve çok uzun süreceğini tahmin ettiğimden bu proje için bir vakıf, Zonguldak Yüzüncüyıl Vakfı’nı kurdum. Zonguldak’ın bu projeyi sahiplenmesini sağlamaya çalıştım. Proje düştü, kalktı, yavaşladı, hızlandı. Proje zaman zaman gündemden düştü, zaman zaman ayağa kalktı. Pek çok siyasi iktidarın etkisiyle, katkısıyla bugüne kadar geldi. Ama tam 40 yılda geldi. Burada, başta Sayın Ulusu’yu ve Sayın Ahmet Samsunlu’yu rahmetle anıyor ve projede emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.

Filyos Projesinin Temelleri

Projenin bugününe bakarsak, aşağıdaki değerlendirmeyi yapmak istiyorum.

Aslında Filyos Projesi; bir havza projesi yaklaşımıdır. Türkiye, 26 havza üzerine kurulu bir ekosistemdir. Aslında Türkiye’de tüm projeler bu ekosistemleri gözeterek geliştirilmelidir. Bu havzalara genellikle havzaya hayat veren akarsuların adı verilir. Kızılırmak havzası, Sakarya havzası, Filyos havzası gibi. Esasında bu havzalar, havalarıyla sularıyla, toprakları ve ormanları ile kurdu, kuşu ve kısaca ekolojisiyle bu ülkenin temel servetidir. Geleceğidir. İşte bu yüzden ülkemizi gerçekten korumak, gerçekten savunmak istiyorsak, sadece coğrafi sınırlarımızı değil, ekolojik havza sistemlerimizi de korumalıyız. Buralardaki geliştirdiğimiz projelerde çok dikkatli olmalıyız. Onların doğal dokularını çok iyi tanımalı ve ona uygun mühendislikler geliştirmeliyiz.

Filyos havzasına yakından bakarsak, onun Zonguldak, Bartın ve Karabük illerinin ortak omurgası ve ortak ekolojik sistemi olduğunu, havzanın taa Bolu’dan, Çankırı’dan ve Kastamonu’dan beslendiğini görmeliyiz. Filyos havzasına, Zonguldak, Bartın, Karabük dereleri ve bunun ötesinde Bolu’dan, Kastamonu’dan, Çankırı’dan pek çok akarsu su taşır. İki ana aksta toplanan bu kolların toplam uzunluğu 600 km’i bulur. Bu kollar zaman zaman 2.000 metre yüksekliğindeki dağlardan, ormanlardan başlar. Kuş uçuşu 150 km’de 2.000 metre yükseklikten denize iner. Yani havzadaki suların akış hızı çok yüksektir. Bu yüksek hızlı akışlar denize 40 km kala birleşir ve büyük bir taşkın havzası oluşturarak denize dökülür. Özellikle bu taşkın havzasının mühendisliğini binlerce yıldır doğa usta yapmış, kendi yatağını ve taşkın havzasını oluşturmuştur.

İşte bu ekolojik gerçekleri dikkate alarak, Vadide ırmağın varlığını inkar etmeden ve vadi ekolojisini bozmadan, kirletmeyen, yükte hafif pahada ağır bir sanayi kurmak, tarımı bütün vadiye yaygınlaştırarak organikleştirmek ve bölgenin emsalsiz zenginliklerini turizme açmak, projenin temel yaklaşımı olarak ele alınmalı, proje sadece liman çevresine sıkışıp kalmamalı, tüm vadiyi kapsamalıdır. Bu kapsayıcılık Filyos’tan Çaycuma’ya, Gökçebey’e, Devrek’e, Karabük’e ve Beycuma’ya kadar bir bütün olarak devam ettirilmelidir.  

Projenin Yanlışları

Çok uzun süren proje uygulama aşamasında başlangıçtaki temel ilkeler unutularak ve vadinin ekolojik gerçekleri gözden kaçırılarak bazı temel hatalar yapılmıştır.

Bu hataları aşağıda sıralıyorum:

  1. Projenin ilerleyen aşamalarında 40 km uzunluğundaki doğal taşkın havzası daraltılmış, seddelenmiş ve taşkın havzası mülkiyete ve imara konu edilmiş ve yerleşime açılmıştır. Bu Filyos Vadisi Projesinin geleceği için büyük bir ekolojik cinayettir. Aynı zamanda yapılan yatırımları riske atmaktır. Günün birinde bu taşkın havzasında ve oraya su taşıyan derelerin kollarında yapılan betonlamalar, şimdiden bile büyük su taşkınlarına sebep olmaktadır.
  2. Filyos Vadisi Projesinde yapılan diğer büyük hata; Bolu’daki Köroğlu dağlarından inen suları, Filyos Irmağına taşıyan ve Filyos Irmağının suyunun yarısını veren Ulusu Deresinin önünün kesilerek Ankara’ya yönlendirilmesidir. Bunun için DSİ; 6 metre çapında ve 30 km uzunluğunda, Gerede’den Çamlıdere’ye uzanan bir tünel açmış, Işıklı’da bir regülatör kurarak, Ulusu deresinin sularını Ankara’ya aktarmıştır. Vadiden vadiye su aktarmak bir ekolojik cinayettir. Burada da Filyos Vadisinin can damarı olan sular Ankara’ya aktarılmakta, Vadi kurutulmakta ve giderek yok edilmektedir.
  3. Filyos vadisinde yapılan bu büyük hataların yanı sıra, Çaycuma’da, Gökçebey’de, Devrek’te, Beycuma’da kısaca Filyos Irmağını besleyen her derede ‘’Taşkın Önleme ve Dere Islahı’’ adıyla dere yatakları daraltılıp, beton kanallar içine alınmıştır. Bu beton kanallar, ırmaklarla, derelerle doğanın irtibatını kesmiş, selleri ve taşkınları azdırmıştır.
  4. Projenin başından beri düşünülen, adeta projenin olmazsa olmazı olan, Ankara’yı Filyos limanına bağlayacak ‘’Hızlı Yük Treni Projesi’’ unutulmadan ve unutturulmadan takip edilmelidir. Bugünkü Irmak İstasyonu üzerinden gelen bu uzun demiryolu ile Filyos Projesinden beklenen faydayı gerçekleştiremez. Muhtemelen Kızılcahamam Gerede aksı üzerinden projeye lojistik hız kazandıracak, ‘’Ankara bir saat’’ projesi mutlaka hayata geçirilmelidir. Yoksa projenin makro fizibilitesi kaybolacaktır. 
  5. Sonuç olarak, DSİ’nin yaptığı seddeler ile ırmağın taşkın havzası işgal edilmiş, taşkın havzaları mülkiyetlenmiş ve imarlanmıştır. Bunun sonucu olarak Filyos Projesi’nin doğal doğruları unutulmuş, Filyos projesi; DSİ müdehaleleri yoluyla bir toprak kazanma projesine dönüşmüştür. Diğer yandan, Filyos’un sularını Ankara’ya aktarma projeleri vadinin ekolojik geleceğini tehlikeye atmıştır.

Bütün bunların yanı sıra ‘’taşkın önleme ve dere ıslahı’’ adıyla dere yataklarının betonlanması, oralarda kazanıldığı zannedilen topraklara yerleşilmesi havzadaki tüm hidro-ekolojik sistemi bozmuştur.

Bütün bunların sonucunda ve küresel ısınma ve iklim değişiklikleri nedeniyle oluşan meteorolojik felaketlerin de giderek arttığını dikkate alırsak, Zonguldak için kurtuluş olarak gördüğümüz Filyos projesi büyük felaketlere davetiye çıkaran bir proje haline gelmiştir.  

Ve maalesef akla bile getirmek istemiyoruz ama vadi; üzerine yapılan yatırımları da yok edebilecek büyük felaketlere gebe bir hale getirilmiştir.

Maazallah, bir gün gelir ırmak; ondan aldığımız bu taşkın yataklarını tamamen geri alır, üzerine yaptığımız konutlar ve işyerleri sahiplerini malsız bırakır, yoksul eder, bunun acısı ve maaliyeti sadece Zonguldak’ta kalmaz, bütün ülkeye yayılır.

Filyos Projesi ve Doğalgaz

Bir de son yıllardaki doğalgaz çıkarılmasının projeye etkilerine kısaca değinelim. Zonguldak karbon havzasının deniz kısmında kömürle beraber bulunması muhtemel olan doğalgaz rezervlerine ulaşılmıştır. Ülke için son derece sevindirici olan bu gelişme, Filyos Vadisi Projesini yakından etkilemiş, Filyos limanı bu amaca tahsis edilmiş ve yanında doğalgazın adeta partneri olan bir gübre fabrikası planlanmıştır. Yani vadi; kömürün karbonundan kurtulmaya çalışırken, bir başka karbon bileşiğiyle yüz yüze gelinmiştir. Ülke için son derece gerekli bu doğalgaz projesi, Filyos Vadisinin başlangıçtaki proje hedeflerini bir tarafa atmamıza, havzanın bütününün organik tarımla, turizmle, kirletmeyen sanayiyle kavuşturma hedeflerine engel olmamalıdır.

ZONGULDAK YERLEŞİM PROJELERİ

Başlangıçta söylemiştim, artık bütün dünya insanları bütün projelere, bu arada yerleşim projelerine ekolojik gözlükle bakıyorlar. Geçmişte yapılan, doğayı ve ekosistemi yok sayma anlayışları artık terk ediliyor. Bu açıdan Zonguldak; yer altındaki kömür üretimine fokuslandığı için, insanların yaşadığı yer üstündeki yerleşim projelerine gereken önemi verememiş, bu yerleşim projelerinde büyük hatalar yapmıştır. Yamaçlara yerleşmek yerine, derelerin taşkın havzaları olan kılcal vadilere, yani dere yataklarına yerleşmiştir. Bu dere yataklarına kaçak göçek, imarlı imarsız yerleşilmiştir. Bu Zonguldak merkez yerleşmesinde de böyle olmuştur, Çaycuma’da, Devrek’te, Gökçebey’de, Beycuma’da, insanın yerleştiği her yerde böyle olmuştur. İnsan yerleşmelerinde Zonguldak topogrrafyası unutulmuştur. Bugün her yerde, hemen her yağmurda su baskınları kaçınılmaz bir kader gibi yaşanmaktadır.

  1. Zonguldak Merkez Yerleşimi

Bu konuya bir örnek olarak, Zonguldak merkez yerleşim hikayesine bir bakalım. Zonguldaklılar; derelerin birleştiği noktaya ‘’İki su çatı’’, derelerin denize kavuştuğu yerlere de ‘’ağız’’ derler.

Bu yüzden Zonguldak’ta pek çok iki su çatı vardır. Pek çok da ağız vardır. Çatalağzı, İnağzı, Değirmenağzı, Alacaağzı hatta Filyosağzı. Bugünkü Filyos yerleşmesine ağzı atılarak, sadece Filyos denilmektedir. Bu da Filyos kelimesinin Karabük’ü, Devrek’i, Çaycuma’yı, Gökçebey’i de içeren bir vadinin adı olduğunu unutturmaktadır. Bugünkü Filyos’un gerçek adı, Filyosağzı’dır. Tıpkı Çatalağzı gibi…

Zonguldak’ta Üzülmez ve Kokaksu derelerinin birleştiği ve birleştikten sonra denize döküldüğü yerin üzerine kurulmuştur. Bizim eskiler oraya ‘’İki su çatı’’ ya da ‘’Üzülmezağzı’’ derler. Yani Zonguldak; Üzülmez ve Kokaksu derelerinin birleştiği ikisuçatında onların denize döküldüğü ağızdaki bir alüvyon deltasında kurulmuştur.

Yanlış söyledik, kurulmuş değil kendiliğinden peyder pey oluşmuştur.

Bugünkü şehir merkezi, bizim Gaca köylülerinin ekip biçtiği alüvyon deltası üzerinde kuruludur. Oralar bizim Gaca köylülerin ekip biçtiği yerlerdir, oraların ilk tapuları da Gacalılarındır.

Gel zaman, git zaman, bizim Gacalıların iki su çatındaki topraklarına kömüre koşanlar ve koşanların peşinden koşanlar geldiler, Üzülmezağzının oluşturduğu alüvyon deltasına yani derenin yatağına yerleştiler. Düzensiz, kendiliğinden, plansızca yerleştiler. O zamanlar herkes toprağın altıyla uğraştığı için, toprağın üstüyle kimse uğraşmadı. Bu yüzden; hep diyoruz ya Zonguldak’ın altı planlı, üstü plansızdır.

Zonguldak şehri, rastgele ekleye ekleye oluşmuştur, yani eklektiktir. Zonguldak merkezi Üzülmez deresi ve Kokaksu deresinin denize döküldüğü alüvyon deltasına kurulmuştur. Alüvyon deltası önce çarşı oldu, mahalle oldu, sonra belediye oldu, vilayet oldu. Ekilen biçilen toprak demiryolu oldu, cadde oldu, lavuar oldu. Derelerin yatakları işgal edildi, yok edildi. Ama hiçbir zaman bir plan yoktu. Üstüne üstlük derelerin ağzına bir de liman yapıldı. Ama bütün bu rastgele zamanlarda; derelerin yataklarını işgal etme yanlışı hızlanarak devam etti, sadece denize yakın yerler değil işgal etme geriye doğru da hızlanarak devam etti.

Dünyanın dört bir yanından gelen insanlar taşkın yataklarına yerleştiler, durmadılar, suyun en az olduğu zamana göre dereleri beton kanallar içine aldılar. Bu işgallerin peşi sıra doğal kurallar işledi. Dereler de yataklarına yerleşenlerden intikam almayı hiç ihmal etmedi. Seller ve su baskınlarının ardı arkası hiç kesilmedi.

Zonguldak’ın tarihi; her on yılda bir olan su baskını hikayeleriyle doludur.

Mesela Ağustos 1955’te yaz ortasında metre kareye 431 kg yağmur düştü. Her şey yok oldu, ahlak bile yok oldu. Çapulcular şehri yağmaladı.

Sonra o yıllarda, Atatürk’ün Almanya’da okuttuğu Asım Kömürcüoğlu diye bir mimar, Fevkani Köprüyü yaptı. Dere yataklarını derelere bırakarak onların üstüne Fevkani (üstteki) anlamına gelen, herkesin köprü zannettiği bir üst platform yaptı. Yani Fevkani; kesinlikle sadece bir köprü değil, bir üst platformdur.

  • Yıkılan Fevkani’den Alınacak Ders

Bugün yıkılan bu üst platformdan ders alıp, alttaki dere yataklarını derelere bırakıp onun üstünde trafiğimizle, yaya bölgelerimizle, meydanlarımızla yaşayacağımız bir ikinci kat Şehir Merkezi kurmalıyız. Bunun için cesur ve kararlı olmalı, ırmak yatakları üzerindeki yapılar için bir kentsel dönüşüm projesi yapmalı, dere yataklarından binaları kaldırmalıyız. Bu arada, derelerin ağzını da limandan koparmalı, açık denize bağlamalıyız. Yoksa liman zaman içinde derelerin atık deposu ve bir bataklık haline dönüşecektir. Tarak gemileriyle, limanı temizlemek çare olmayacaktır.

Bilmeliyiz ki; derelerle aynı kotta düzenlenmiş kavşaklarla, meydancıklarla bu şehri sel baskınlarından kurtaramayız. Dereler hiçbir zaman kendi kotlarını bize kullandırmaz. İşte bu yüzden dere kotundan yukarıda bir Fevkani (üst) şehir merkezi planlamalıyız. Eğer böyle radikal bir çözümü projelendirmezsek, Zonguldak’ın yedi ceddi selden, su baskınından hiçbir zaman kurtulamayacak, rahat yüzü görmeyecektir.

  • Diğer Yerleşimler

Zonguldak Merkezi’nin bu hikayesi, Zonguldak’ın hemen hemen her yerinde Çaycuma’da, Gökçebey’de, Devrek’te, Eğerci’de, Kozlu’da, Kilimli’de aynen geçerlidir. Çünkü bu yerleşmeler de yüksek dağlardan kopup gelen derelerin ve ırmakların kenarında kuruludur. Tüm Zonguldak vilayeti dere yataklarına girmeden o yatakları derelere bırakarak ve yamaçlara yerleşerek yaşamayı öğrenmelidir.

SONUÇ

Zonguldak’ın yer altı ve yer üstü projelerini bu biçimde değerlendirdikten sonra, şunları söyleyebiliriz:

Artık Zonguldak’ta ekolojik yaklaşımlı bölge insanına istihdam sağlayacak yeni projeler geliştirmeliyiz, geliştirilenlere sahip çıkmalıyız. BEÜ Üniversitemizin geliştirdiği kenevir projesi de bölge olarak sahip çıkmamız gereken bir projedir. Bu proje, ekolojik özellikli olmasının yanı sıra bölgemizde yüzlerce ürünün üretilmesine de kaynaklık edecek ve pek çok girişimin önünü açacaktır.

Projeyi yürüten Sayın Dekan Prof. Emine Yılmaz Can, daha şimdiden bütün üniversite bölümlerini harekete geçirmiş, Devrek’teki, Çaycuma’daki Meslek Yüksek Okullarına kadar bir sürü fakülte kenevirden yeni ürünler geliştirmeye başlamış bile. Kimi fakülte inşaat malzemeleri üretiyor, kimisi kozmetik. Kimisi bez, kimi türlü türlü yiyecek üretiyor. Bütün bunlar yarın bölgedeki girişimciler için birer yatırım konusu olacak araştırmalar.

Diğer yandan bu proje, bölgedeki ekolojik tarımı güçlendirecek, bölgemizin kanayan yarası köyden şehire, şehirden başka illere göçün azaltılmasına katkı verecektir.

Bütün bunların yanı sıra yine bu proje, bölgedeki mevcut karbonik kirlenmeyi azaltacak, karbon emisyonlarını emerek temiz bir Zonguldak’ın önünü açacaktır.

Bu yüzden bu proje tam bir Zonguldak projesidir.

Hepimiz bu projeye bütün zorluklarına göğüs gererek, bıkmadan usanmadan sahip çıkmalıyız.

Çünkü bu proje sadece bir Zonguldak projesi değil, Zonguldaklılar için adeta bir görev tanımıdır.

Dr. Cemil Çakmaklı

(Kasım,2023)

FİLİSTİN’İ DOĞRU ANLAMAK

Tarih, “Yahudisiz” yazıldığı için, sömürgeciliği, Sterlini ve Britanya’yı, Kapitalist Emperyalizmi, Doları ve Amerika’yı önce Yahudileşen ve giderek şirketleşen bu devletleri anlayamıyoruz.

Yerine oturtamıyoruz olup biteni.

Bu yüzden Filistin’i de anlayamıyoruz.

Devletler üstü Devleti göremiyoruz.

Görsek bile dillendiremiyoruz.

Tarih ”Yahudisiz” yazıldığı için Birinci Dünya Savaşını, Osmanlı’nın parçalanıp paylaşılmasını, oradaki Filistin cephesini de göremiyoruz.

İkinci Dünya Savaşını anlayamıyoruz, onun sonunda oluşmuş Emperyalist Kapitalizm Paradigmalarını ve ona hizmet eden Organizasyonlarını anlayamıyoruz.

NATO’yu, Birleşmiş Milletleri, IMF’i ve benzerlerini yerli yerine oturtamıyoruz

Bunların bugün dünyayı oyalama organizasyonlarına dönüştüğünü göremiyoruz.

Oysa bitti artık bunlar.

Küresel Dünya Şirketi var artık. AI (Yapay Zeka) var, Sanal Gerçeklik var. İnsan beynini işgal var.

Artık CFR, AIPAC, AJC ve diğerleri var.

Yeni dünya düzenini bu Yahudi Örgütler şekillendiriyor.

Bu örgütlerin Facebook gibi, Google gibi, İnstagram gibi Global oyuncakları var.

Oyuncak çok, oynatan tek artık.

Bu kadar çok oyuncak içinde “Yeni Gerçekliği” göremiyoruz.

Bu yüzden yeni dünya düzenini ve onun içinde Türkiye’yi de göremiyoruz.

“Devletler üstü Devletin” gündemi farklı, teknolojisi farklı, niyeti farklı artık.

Artık Dış Politika farklı, diplomasi farklı. Güç diplomasisi var artık.

Türkiye de farklı bir yerde artık.

Türkiye büyük hedefin içinde artık.

Bu iş Gazze’yle, Filistin’le sınırlı değil. Suriye ve Irak’ta da kalmayacak. Oradaki hazırlıklar yıllar önce yapıldı zaten.

Bu yüzden Türkiye büyük hedefin yakınında artık.

Oyunu kuranların gözünde Türkiye; ‘’kendini savunmasına fırsat verilmemesi gereken’’ bir ülke artık.

Bundan böyle, hızlandırılmış bir yakın tarihte Türkiye’yi sıcak bir kaotik gündem bekliyor…

Dedim ya, Türkiye “Büyük Hedef”in içinde artık..

Yeni gözlükler ve yeni tedbirler, yeni “hız”lar lazım bu yüzden.

“Sözde Demokrasi”lerin tek kazananı var artık.  Atılan her oy yeni bir iradeye değil, oyunu kurana atılıyor artık.

Garip kumarbazlar ütülüyor, sadece oyunu kuran kazanıyor.

Neyse…

Bu durumda tarihi ve olayları bütün boyutlarıyla görebilen bütüncül bakanların sahipliğine ihtiyaç var artık.

Görüşlerin yeni bir eylemliliğe dönüşmesine ihtiyaç var..

Kimse farkında değil ama herkesin farklı şeyler söyleyip, aynı şeyi yaptığı Kukla Siyaseti bitmek üzere artık…

Ama kimse oyunun bittiğini göremiyor. Yanıltıcı aktörler sahneden inmiyor.

Her şeyi bir arada gören, ”Yahudi’li tarihi” okuyabilen ve bu gözlükle geleceğe bakabilenlere ihtiyaç var artık…

Çare yok, olup biteni anlayıp oradan öteye geçecek, olacak biteceği anlayıp anlatacaklara ihtiyaç var.

Uyuşmuş rahatlıktan geleceğin hamamına girip terleyeceklere ihtiyaç var.

Kim bilir, belki o zaman Filistin meselesini doğru anlar, kimsenin adına değil ama Türkiye ve Türkler adına yeni bir dönemin geldiğini görebiliriz.

Filistin meselesini, orada ne yapıldığını, ardından ne yapılmak istendiğini Araplar adına değil, kendi adımıza değerlendirme zamanı geldi geçiyor.

Bu yüzden bekleyelim görelim değil, beklemeden görelim artık.

Filistin meselesini doğru anlayalım artık.

Cemil ÇAKMAKLI

Kasım 2023/ ANKARA

DOSTUM OSMAN AROLAT’IN ARDINDAN…

Hacimli laflar vardır hani..
“Alimin ölümü, alemin ölümüdür.”
Ya da, “Düşünürün ölümü düşüncenin ölümüdür.” gibi…
Bu böyle midir bilmem ama, her dostumun ölümüyle benim bir parçam ölüyor, gerçekten eksiliyorum…
Bu yüzden, böyle zamanlarda kendime çok kızıyorum..
Ne vardı bir ömre bu kadar farklı kesimlerden, bu kadar farklı ve değerli dostu niye sığdırdın diye…
Hadi sığdırdın, niye onları bu kadar içselleştirdin, niye “kendin yaptın” diye kendime çok kızıyorum…
Hak ettin sen bu yangını diyorum…
Dostlarını böyle “kendin yaparsan” eğer,

İşte böyle her gidenin ardından çaresizce yanarsın diyorum.

Osman da benim elli yıldır “kendim yaptığım” gerçek dostlarımdan biriydi..
Derindi yüzeydeydi,
verirdi görünmezdi,
yapardı övünmezdi..
İşte bu yüzden ama, ben onun dostluğuyla övünürdüm…
O da benim için, “yumurtlar gıdaklamaz.” derdi..
Bilmem neden, benzerdik birbirimize..

Ya da zamanla benzeşmistik.

O; daha kimseler ortada yokken, kimse Ekonomi mekonomi bilmezken “ekonomi” yazardı..
Giderek ekonomi gazeteciliğinin zirvesine çıktı. DÜNYA GAZETESİNİ onlarca yıl o yönetti.
Herkese yöneticilik değil ABİ’LİK yaptı. Sayısız gazeteci yetiştirdi…
Çünkü, o vermeyi seviyordu…
Biz onunla aynı Fakülteden üçüncü dostumuz Şeref Özgencil’in forumlarında konuştuk, dergilerinde yazdık yıllarca…

Sonra; ATO’da, Asomedya’da, Meclis’de ve geliştirdiğim tüm projelerimde hep yanımdaydı…

Nasıl becerirdi bilmem, hiç görünmeden dostlarının hep yanındaydı Osman..
Konuşur gibi yazar, yazdıklarının peşinden gider, yaşardı yazdıklarını..
Çünkü o bir militandı…
Sadece yazmak kesmezdi onu.. Peşinden giderdi davanın..
Onunla,
Piyasa Ekonomisi yazdık, girişimcilik yazdık..
Birlikte başladığımız “Girişimcilik Konferansları’nı yolda bırakmadı.

Dünya Gazetesi ile tüm Anadolu’ya yaydı..
Yanında, kadim dostları Rüştü, Kenan, Tamer ve diğerleriyle birlikte yıllarca dolaştı Anadoluyu..
Ekonomi anlattı, piyasa ekonomisi anlattı, girişimcilik anlattı…
Türk Ekonomi Basını ve Türk Girisimciliği kendine çok şey borçludur.
Osman öldü, benim de bir parçamı aldı götürdü..
Herkes eder şüphesiz, ama ben kendi adıma ve ekonomi yazanlar ve ekonomik girişimde bulunanlar adına sana binlerce teşekkür ediyorum Osman’ım..
Seni yaşatacağız benim gerçek dostum..
Seni yaşatacağız..
Gözün arkada kalmasın..
O çok sevdiğin ASOS’da rahat uyu..
Sevdiklerimin arkasından hep dediğim gibi..

GÜLE GÜLE DOSTUM…
GÜLE GÜLE KARDEŞİM..
GÜLE, GÜLE..

Dr. Cemil ÇAKMAKLI
30/ Ekim/2023
ANKARA

SULAR, SELLER, FİLYOS VADİSİ VE DSİ KAFASI

                                                                                               Dr. Cemil Çakmaklı

Benim ülkem; dağlar, vadiler, dereler ülkesidir. Anadolu’da; her virajı döndüğünüzde, karşıda birkaç dağ tepe, ortada bir küçük ova, bir de akarsu çıkar önünüze. Yani, Türkiye’nin özeti; çok tepe, az ova ve biraz da deredir. Bizim topografik ve ekolojik özetimiz budur.

Biz, son yarım asırda bu topografyada iki büyük ekolojik cinayet işledik.

Birinci Ekolojik Cinayet; zaten çok az olan ova topraklarının üzerine yerleşmemiz, şehirleri oralarda kurmamızdır. Gittik, milyarlarca mikroorganizmadan 4 milyar yılda oluşmuş toprağın, yani o canlı varlığın üzerine beton döktük, şehirler kurduk. Oysa, Anadolu kültürü ovaları tarıma ayırıp, yamaçlara yerleşmenin örnekleri ile doludur. Anadolu’da yaşayanlar toprağın tarım için olduğunu, o zeminin yerleşme için zayıf olduğunu, sağlam zeminin yamaçlarda olduğunu ve de yamaçların insana ufuk kazandırdığını biliyorlardı. Biz ovaların, toprakların üzerine yerleşerek varlığımızı sürdürecek tarımı mahvettik. Binalarımızı zayıf bir zemine oturtup, şehirlerimizi deprem felaketlerine açık hale getirdik. Ve de insanlarımızı ufuksuz bıraktık. Oysa sağlam zeminli yamaçlara yerleşseydik hem ovalar bizi besleyecekti hem depremlere karşı dirençli şehirlerimiz olacaktı. Hem de insanlara ufuk verip, uzaklara baktırıp, belki de geniş görüşlü toplumlar oluşturabilecektik. İşte bu yüzden ova topraklarının üzerine yerleşmek, bizi aç bırakan ve deprem gibi, su baskını gibi felaketlere davetiye çıkaran geri dönüşü olmayan bir ekolojik hatta sosyolojik bir cinayet olmuştur.

İkinci Ekolojik Cinayetimiz ise; ülkenin su işlerini yönetsin diye kurduğumuz Devlet Su İşleri (D.S.İ) eliyle işlediğimiz, doğa dışı müdahalelerin doğurduğu ekolojik cinayetlerdir.  

Bu konuyu biraz açalım.

DSİ KAFASI

D.S.İ; ülkenin su işlerini düzenlemek için 1954’te kuruldu. Ama; Devletin Su İşleri bir türlü Doğanın Su İşlerini anlamadı. Onun dilini çözemedi. Doğanın kafasının aksine, başka bir kafayla yaklaştı su işine. Suyu doğanın ayrılmaz bir parçası gibi değil, herhangi bir ekonomik hammadde gibi gördü. İşte biz buna D.S.İ kafası diyoruz. Bu D.S.İ kafası, pek çok yanlışı doğurdu, pek çok yanlışa neden oldu ve ülke ekosistemini kirletip katletti.

D.S.İ kafası; Amik Ovasında ve Konya Ovasında göller kuruttu. Göksu’nun yatağını değiştirdi, Melen’de havzadan havzaya su nakletti. Betonla ve dolguyla bir sürü baraj yaptı, iyi barajlar değil ama zengin müteahhitler üretti.

D.S.İ kafasının bilinen ve görünen bu büyük cinayetlerden ötede, en büyük cinayeti; küçük küçük, parça parça işlediği için hissedilmeyen bir cinayettir. Bunun adı Taşkın Koruma ve Dere Islahı cinayetidir. Başta Karadeniz dereleri olmak üzere, ülkenin kılcal damarları olan derelere karşı işlediği cinayettir. DSİ; ülkenin on bine yakın noktasında derelerin altına ve yanlarına betonlar döktü, onları kanallar içine aldı. Güya, dereleri ıslah etti, taşkınları önledi. Oysa bu betonlamalar selleri azdırdı, taşkınları coşturdu.

Selleri azdıran, taşkınları coşturan D.S.İ kafası bunlardan hiç ders almadı. Derelerin sadece dere olmadığını anlamadı. Derelerin doğanın kılcal sulama damarları olduğunu görmedi. Derelerin yer altı sularının anası olduğunu, etrafındaki canlıları, bitkileri, hayvanları besleyen bir ekosistem olduğunu kavrayamadı. Derelerin tabanlarını betonladı, onun toprakla bağını kesti, dereler toprağa su veremez oldu. Derelerin yanlarını betonladı, onun bitkilerle, hayvanlarla, bahçelerle, bostanlarla ilişkisini kesti.

Doğanın dere mühendisliğini hiç anlayamadı DSİ kafası. Derenin; statik değil, dinamik bir kavram olduğunu, bu seneki derenin gelecek seneki dere olmadığını göremedi. Yağmur yağış ne kadarsa, dere o kadardır bilemedi. Bilse de bunun mühendisliğini çözemedi.

D.S.İ hala dere yatağı ile taşkın yatağını ayıramıyor. Dere yatağı normal derenin,  taşkın yatağı yağmurla yağışla büyüyen derenin yatağıdır. DSİ kafası; şimdiki yatağı betonlayıp, kanallayıp; insan hukukunun bile ‘’tescile tabi değil, kimseye ait değil, burası dereye ait’’ diye nitelendirdiği taşkın yataklarının mülkiyet konusu yapılmasına ve imarlaşmasına çanak tuttu. Sonuç olarak dereler betonlandı, taşkınlara davetiye çıkarıldı.

Peki sonra ne oldu?

Tabii ki, doğanın dediği oldu.

O çok yağmurlu gün geldi. Betonlanan dereler taştı, gitti, işgal edilen taşkın yataklarını bastı geri aldı. Geri alırken de, can aldı, mal aldı, işgalcilere pek çok zarar verdi. Herkes D.S.İ kafasının yanlışından doğan bu olaya ‘’sel’’ dedi, ‘’taşkın’’ dedi, ‘’afet’’ dedi. Devlet gitti, kendi yanlışına ağladı, vergi saldı yanlışını fonladı. Zararı günahsızlara yükledi.

Dereleri kanallara hapsetme yanlışı, bir yerde değil yaklaşık on bin yerde yapıldı.

Bu yanlış, Hopa’dan, Arhavi’den Ordu’ya, oradan Kastamonu Bozkurt’a, Bartın’a, Karabük’e, Zonguldak’a, Devrek’e, Gökçebey’e, Çaycuma’ya ve hatta benim kasabam Beycuma’ya kadar her yerde yapıldı.  

BEYCUMA’NIN DERELERİ

Benim kasabam Beycuma; etraftaki yamaçlardan kopup gelen iki derenin, Kasımlar ve Yörükler derelerinin birleşip Beylik deresi adıyla Filyos Vadisine doğru aktığı bir düzlükte kuruludur. Beycuma; derelerin getirdiği suyun hayat verdiği bir kasabadır. Benim çocukluğumda; bağ bahçe bu derelerden sulanır, harmanlarda dövülen buğdaylar bu derelerde yıkanır, bu derelerin döndürdüğü değirmenlerde öğütülürdü. Herkes çamaşırlarını bile bu derelerde yıkardı. Yani ya, Beycuma’nın dereleri Beycuma’nın her şeyiydi.  Hayat bu derelerin etrafında dönerdi.

Bu üç derenin kenarları; kökleri dere taşları ile iç içe geçmiş bizim Kavlanga dediğimiz, ihtiyar mı ihtiyar çınar ağaçları ile doludur. Dalları suya değen salkım söğütler, gökyüzüne uzanan kavak ağaçları ile kaplıdır. Bahçelerin çitleri, fasulyelerin çubukları evlerin çatıları bu çınarların, söğütlerin ve kavakların dallarından yapılır. Üç derenin etrafı; geniş, yeşil yapraklı kabalaklar, ısırgan otları, kıpkırmızı gelincikler, bembeyaz papatyalar ve küçük mavi çiçekli sabun otlarıyla doludur. Bu dereler, çocukluğumuzda bizim oyun parklarımızdı… Oralarda yüzdük, balık tuttuk, kurbağalarla, kelebeklerle ve daha bir sürü canlıyla orada tanıştık. Onlarla bir bütün ve yaşam ortağı olduğumuzu hiç kimse bize öğretmedi, biz bunu o ortamdan, yani doğadan öğrendik.

Sonra bir gün, D.S.İ kafası geldi, dereleri betonladı, kanallar içine aldı. Beton kanallar, derelerin doğayla ve insanla bağını kesti, kopardı, ayırdı. Derelerin ara sıra çoğaldığında yayıldığı ve sessizce çekip gittiği taşkın alanların üzerine yerleşildi. Taşkın alanları işgal edildi. Beton kanallara hapsedilmiş dereler bu işgallere 20-30 yıl ses çıkarmadı. Ama iki hafta önce geldi, kendi taşkın alanına yerleşmiş, yerleştirilmiş insanlarımızın malını mülkünü aldı götürdü. Yani, Arhavi’de, Ordu’da, Bozkurt’ta ve diğer yüzlerce yerde olanlar benim kasabamda da oldu. DSİ kafası yüzünden oldu.  

BU BETON VAR YA BU BETON

Bu beton var ya bu beton, hayatımıza 1940’larda benim doğduğum yıllarda girdi. Bina, yol, köprü ve kanal oldu. Bugün bu beton, biyosfer dediğimiz canlı küremizin %90ınını oluşturan, çalı ve ağaçların kütlesinden daha çok yer işgal ediyor. Antropojenik, yani insan yapısı malzemelerin %80inini bu beton oluşturuyor. Ama sonsuza kadar yaşamıyor beton, onun da bir ömrü var. Kötü betonlar 15-20 yılda, en iyisi 50-60 yılda çürüyor, taşıma gücünü kaybediyor. Atık hale dönüşüyor ya da çöp oluyor.  Yani ovalarımızın üstüne, derelerimizin etrafına döktüğümüz ömürsüz zannettiğimiz betonlar çöp oluyor, şehirlerimizin ve insanlarımızın felaketi oluyor. Çürüyen betonlar ovalarda depremle, derelerde su baskınlarıyla kolayca yıkılıyor, evimizi, eşyamızı ve en önemlisi canlarımızı alıp götürüyor. Biz de fırsatçıların yanlış kullandığı, ya da en iyisinin bile giderek çürüdüğü bu betonları hala çare olarak görüyoruz. Onu çağdaşlık zanneden garip bir kafayla yaşıyoruz. DSİ’de bu kafada. Bir betondur tutturmuş gidiyor. Bulduğu her yere beton döküyor.  Başka çözümler aramıyor.

AVRUPA NE YAPMIŞ ?

Biz hep yaparız ya… Baştan düşünmeyip sonunda başımıza bir şey geldiğinde, Avrupa ne yapmış diye bakarız ya, şimdi de öyle yapalım. Bakalım, Avrupa bu konuda ne yapmış. Onlar da çok eskiden, dere yataklarını betonlamış, sonra bunların zararlarını görünce hatalarını restore etmeye, diğer bir deyişle düzeltmeye başlamış. Bunun için bir ‘’Avrupa Nehir Restorasyon Merkezi’’ kurmuş. Yeni bir yaklaşım üretmiş. Onlar çoktandır, akarsuların kenarlarına çekilen beton duvarları yıkıyorlar, dereleri eski haline getiriyorlar, yani restore ediyorlar. Akarsuların; taşkın havzalarıyla ilişkisini yeniden kuruyorlar. Derelere yataklarını geri veriyorlar. Anlamışlar ki, taşkınları önlemede en önemli şey, milyonlarca yılda oluşmuş taşkın yataklarını korumaktır. Artık onlar, taşkın yataklarını koruyor ve hatta ağaçlandırıyorlar. Taşkın yatakları suyu yutuyor, ağaçlar da toprağı tutuyor. Böylece selin hızı yavaşlıyor. İşte doğaya uyumlu tedbir bu. Devletin Su İşleri kafasına değil de, Doğanın Su İşlerine bakarak yaşamak bu.

Avrupa Nehir Restorasyonu

Avrupa Nehir Restorasyonu

Biz de, Doğanın Su İşlerine bakmalıyız. Çünkü artık başka çare yok. İklim değişikliği dediğimiz, doğayı yanlış kullanmaktan doğan olay artık deprem ve su baskını gibi afetleri tetikliyor. Geçmişten daha çok depreme, su baskınına ve toprak kaymalarına hazır olmalıyız.

Birleşmiş Milletler (BM) IPSS İklim Raporu 2100 yılına kadar, kıyı bölgelerinde yaşayan milyonlarca insanın artık geçmişten daha çok su baskını ile karşılaşacağını ve daha büyük sel felaketine maruz kalacağını söylüyor. Çünkü, karbonik kirlenme, küresel ısınmaya, bu ısınma da su çevriminde hızlanmalar ve meteorolojik afetleri doğuruyor. Artık biz de görüyoruz ki, felaketler giderek arttı yaklaşık her yıl 200ü aşkın su baskını ve yüzlerce heyelan ile boğuşuyoruz.

ASLINDA SORUN EKOLOJİKTİR

VE BİRER EKOLOJİK FORM OLAN HAVZALARA YAKLAŞIM SORUNUDUR

Başlıkta söylediğimiz gibi; aslında sorun, su baskını veya heyelanla sınırlı değil, depremler, orman yangınları yani tüm ekolojik felaketleri içine alan bir bütüncül sorundur. Bu yüzden konu; ekolojik bir zeminde incelenmelidir. Ekolojik formların somutlandığı yerler olan havzalar bazında incelenmelidir. Bu yüzden, havzalara yaklaşımlarımıza yakından bakmak konunun anlaşılmasına yardımcı olacaktır sanıyorum.

Türkiye, 26 havza üzerine kurulu bir ekosistemdir. Bu havzalara genellikle, havzaya hayat veren akarsuların adı verilir. Kızılırmak havzası gibi, Sakarya havzası gibi, Filyos havzası gibi.

Akarsuların biçimlediği havzalarımız, havzalarımızın ovaları, toprakları, ormanları, yanlış yaklaşımlar yüzünden maalesef sellere, heyelanlara, depremlere, yangınlara, kısaca tüm doğal felaketlere açık hale gelmiş durumdadır. Aslında bunlar ayrı ayrı felaketler değil, bir felaketler bütünüdür. Topluca, ‘’ekolojik felaketler’’ diyoruz bunlara. Birbirine bağlı bu ekolojik felaketleri bir bütün olarak ele almadan, karbonik kirlenmeyle, küresel ısınmayla, hava ve su çevrimindeki bozulmayla ilişkilendirmeden çözemeyiz.

Vadilerdeki suya, toprağa, ormana, doğanın ayrılmaz bir parçası gibi değil, herhangi bir ekonomik hammadde gibi bakarsak bu felaketleri çözemeyiz. Artık konuya; su mühendisliği, toprak mühendisliği, orman mühendisliği gibi parça parça tekniklerle yaklaşarak da çözemeyiz. Bu konunun çözümüne ‘’ekolojik mühendislik’’ yaklaşımı ile bakmalıyız. Ekolojik Mühendisliğin Referanslarını da doğada aramalıyız.

Özetle, kafayı değiştirmeliyiz.

Unutmamalıyız ki; bu hafzalar, bu havzaların havası, suyu, toprağı, ormanı, kurdu, kuşu, kısaca ekolojisi bu ülkenin temel servetidir. Geleceğidir. İşte bu yüzden, ülkemizi gerçekten korumak, gerçekten savunmak istiyorsak, sadece coğrafi sınırları değil, ekolojik sistemleri de korumalıyız.

HAVZALARDAN BİR HAVZA; FİLYOS HAVZASI

Havza havza demişken, kırk yıldır Zonguldak’ın gündeminde olan son günlerde de doğalgaz nedeniyle ülke gündemine oturan Filyos Havzası’na yakından bir bakalım. Bu bakış, diğer havzalar için de açıklayıcı olacaktır.

İlkin Filyos vadisinin topografisine ve hidrolojisine bir göz atalım. Sonra bu vadide; benim başında bulunduğum bir grup tarafından, taa 1983’lerde hazırlanan Filyos Vadisi projesine de bir göz atalım. Bu vadiye ve projeye DSİ kafasının yaptığı ekolojik cinayetleri gözden geçirelim. Sonunda söyleyeceğimizi baştan söyleyelim. DSİ; ne Filyos Vadisinin hidrolojisini ne de Filyos Vadisi projesinin temel felsefesi ve yaklaşımını bilmeden buraların kaderiyle oynuyor ve büyük ekolojik cinayetler işliyor.

Filyos havzası, ülkedeki 26 havzadan biri ve Batı Karadeniz’in tek havzasıdır. Filyos havzası; Zonguldak, Bartın ve Karabük illerinin ortak omurgası ve ortak ekolojik sistemidir. Filyos havzasına, bu üç vilayetin dereleri ve bunun ötesinde Bolu’dan Kastamonu’dan, Çankırı’dan pek çok kol su taşır. İki ana aksta toplanan bu kolların toplam uzunluğu 600 km’ i bulur ve bu kollar 2.000 m yüksekliğindeki dağlardan, ormanlardan başlar, kuş uçuşu 150 km’de 2000 m yükseklikten denize iner. Yani havzadaki suların akış hızı çok yüksektir. Bu yüksek hızlı akışlar denize 40 km kala birleşir ve büyük bir taşkın havzası oluşturarak denize dökülür. Bu taşkın havzasının mühendisliğini binlerce yıldır doğa usta yapmış, kendi yatağını ve taşkın havzasını oluşturmuştur.

Yukarıda bahsettiğimiz gibi, bu havza üzerine 1983’lerde başlayan bir çalışma ile Filyos Vadisi Projesi adını verdiğimiz bir proje oturttuk. Bunu yaparken, ilk gözetilen şey vadinin bir taşkın havzası olduğu ve çok zengin bir ekosisteme sahip olduğu gerçeğiydi. Bu yüzden ırmağın kurallarını gözeterek önce vadinin ucunda çok fonksiyonlu bir liman yapma kararı alındı ve 1983 bütçesine, liman için etüt bedeli konuldu. Bu limanın hızlı ve kestirme bir tren yoluyla Ankara’ya ve İç Anadolu’ya bağlanması düşünüldü. Sonra limanın bir Ro-Ro limanı haline getirilerek 480 km uzaklıktaki Köstence’ye, oradan da Tuna Su Yoluyla Avrupa içlerine kadar yük taşınması düşünüldü. Böylece Anadolu’daki üretim Karadeniz’e ve Avrupa’ya kadar ulaştırılabilecekti. Bu yolla Karadeniz İç Ticareti geliştirilecekti.

Sonra bu vadide ırmağın varlığını inkâr etmeden ve vadi ekolojisini bozmadan kirletmeyen bir sanayi kurmak, tarımı bütün vadiye yaygınlaştırarak organikleştirmek ve bölgenin emsalsiz zenginliklerini turizme açma hedeflendi.

Bu yaygın ve ekolojik yaklaşım sonucu, Filyos’tan Çaycuma’ya, Gökçebey’e, Devrek’e, Dirgine’ye, Beycuma’ya, Yenice’ye ve Karabük’e kadar tüm vadinin yatırıma ve istihdama kavuşturulması hedeflendi. Şimdi olduğu gibi, sadece liman etrafında toplanan bir kirletici sanayileşme hiç öngörülmedi.

Bütün bunlardan amaç; madenden başka alternatifi olmadığı için, yer altına girip oralarda ölüp kalan Zonguldak’lı Türkmen köylülerin yer üstüne çıkarılması, bölgeyi geleceğe hazırlama ve kömür istihdamına mecburiyetten kurtarılmasıydı. Böylece bu proje; bölgeyi ekolojik bir gözlükle geleceğe hazırlama, kömürün kirleticiliğinden ve öldürücülüğünden uzak bir istihdam oluşturma niyetiyle yola çıktı.  

PEKİ ŞİMDİ FİLYOS VADİSİNDE NELER OLUYOR?

Yukarıda söylemiştik; DSİ kafası bu havzayı ve bu havzaya dayalı projeyi hiç anlamamakta, burada büyük ekolojik cinayetler işlemektedir.

İşlenen en büyük ekolojik cinayet, Köroğlu dağlarından inen suları Filyos ırmağına taşıyan ve Filyos ırmağının suyunun yarısını veren Ulusu deresinin önünün kesilerek Ankara’ya yönlendirilmesidir. Bunun için DSİ 6 metre çapında 30 kilometre uzunluğunda Gerede’den Çamlıdere’ye bir tünel açmış, Işıklı’da bir regülatör kurarak ve Ulusu deresinin sularını Ankara’ya aktarmıştır. Yani Filyos Vadisinin can damarı olan sular Ankara’ya aktarılmakta, vadi kurutulmakta, ve giderek yok edilmektedir.

Bu büyük ekolojik cinayetin peşi sıra, D.S.İ kafası Çaycuma’da, Gökçebey’de, Devrek’te, Beycuma’da, kısaca Filyos ırmağını besleyen her derede, taşkını önleme ve dere ıslahı adına dere yataklarını daraltıp, beton kanallar yapmıştır. Bu beton kanallar oralarda seli ve taşkını önlememiş, tam tersine azdırmıştır.

Yine aynı DSİ kafası, Filyos Vadisinin denize doğru 40 km uzunluğundaki taşkın yatağını seddelerle daraltmış, seddelerin dışındaki alanları, yani ırmağın taşkın havzasını ırmağın elinden alarak, mülkiyete konu edilmesine ve imarlanmasına neden olmuştur.

Bugün Bakacakkadı’da binlerce yıllık taşkın havzası üstüne TOKİ konutları ve sanayi siteleri yapıldı. Taşkın havzasına 40 yıl önce yapılmış köprülerin altı dolduruldu. Su geçişleri tıkandı. Artık Filyos çayı taşkınlara köprülerin üçte birinden akıyor.

Sonuç olarak, DSİ’nin yaptığı seddeler ile ırmak yatağı ile, ırmağın taşkın havzası ayrılmış, taşkın havzaları mülkiyetlenmiş ve imarlanmıştır. Bunun sonucu olarak, Filyos Projesinin ana ilkeleri unutulmuş, Filyos projesi DSİ projeleri yoluyla bir toprak kazanma projesine dönüşmüştür. Bu büyük ve geri dönülmez bir hatadır. Taşkın havzasını yok ederek, toprak kazanma amaçlı böyle bir yaklaşım, Filyos Projesinin temeli olamaz. Olsa olsa Vadiyi, sürekli su taşkınlarına uğratarak gelecekte tamamen yok edecek bir ekolojik cinayet olur.

Akla bile getirmek istemiyoruz ama, şimdilerde birkaç yılda gördüğümüz seller ve taşkınlar gelecekteki iklim krizlerine dayalı meteorolojik sağanaklar ve onun sonunda oluşan seller ile bütün havza yok olabilir. Bir gün gelir, ırmak ondan aldığınız bu taşkın yataklarını tamamen geri alır. Üzerine yaptığınız konutlar ve iş yerleri sahiplerini malsız bırakır, yoksul eder. Bunun acısı ve maliyeti sadece Zonguldak’ta kalmaz, bütün ülkeye yayılır.

Belki o gün, bu büyük zararların şahsi sorumluları bulunmaz ama, ben bugünden ilan ediyorum; ‘’Bu muhtemel afetlerin sorumlusu; su nedir, taşkın nedir, iklim değişikliği nedir, gelecekteki meteorolojik afetler ve onun sonucu doğacak düzensiz ve anormal yağışlar neler getirecektir diye düşünmeyen ve bunları sorgulamayan ekolojiden ve gelecekten bihaber kafalardır.

ARTIK BÜTÜN DÜNYA BİLİYOR

Patlayan Dünya nüfusunun ve yanlış teknolojiler kullanmanın dünya ekosistemini çok hızla bozduğunu, bu hızlı bozulmanın ekolojik felaketleri daha da artıracağını artık bütün Dünya biliyor. Biz de bilmeliyiz. Kafalarımızı değiştirmeliyiz. Çözüm arayışlarını hızlandırmalıyız.

Eğer bu ekolojik felaketleri önleyemezsek, felaket sadece felaketzede üzerinde kalmayacak, önce toplumsal vicdan harekete geçecek, insanlar yardımlaşmaya çalışacak ama bu çaba da yeterli olmayınca kafalarını ekolojikleştiremeyen ve bu sorunlara çare bulamayan iktidarlar bu felaketleri vergilerle tüm topluma yayacaklardır. Böyle bakınca sorun hepimizin sorunudur. Bütün dünyanın ve insanlığın sorunudur.

BEN DEMİŞTİM’LER

Bütün bu anlattığım çerçevede, ilk tasarımını yaptığım ve çok emek ve gönül verdiğim Filyos Vadisi Ekolojisi ve Filyos Vadisi Projesi için, ben demiştim başlığı altında bazı gözlemlerimi ve önerilerimi sıralayacağım:

  1. Vadinin planlamasında ve mühendisliğinde artık modası geçmiş lineer mühendislik yerine bütün doğal boyutları bir arada ele alan ekolojik mühendislik esas alınmalıdır. Binlerce yıldır doğanın vadide yaptıkları esas alınmalı ve onlara karşı durulmamalıdır.
  2. Vadiye su veren kaynaklar; miktar ve kalite olarak korunmalı, vadiyi kirletici her tülü müdahale baştan engellenmeli, en önemlisi vadi suyunun Işıklı Regülatörü ile yapıldığı gibi başka havzalara aktarılmasına engel olunmalıdır.
  3. Filyos’a su veren dereler, dere ıslahı ve taşkın koruma adına beton kanallara alınıp, çevre yerleşmeler sel ve taşkınlara mahkum edilmemelidir.
  4. Ana ırmağın; özellikle denize doğru son 40 km’lik taşkın yatağı korunmalı, seddelerle arsalaştırılıp imarlanmamalıdır. Taşkın yataklarına yapılan yatırımların gelecekte herhangi bir gün küresel ısınmaların aşırı yağışları ile büyük felaketlere dönüşebileceği unutulmamalıdır.
  5. Vadi ekosistemini esas alan ve projeyi yüksek teknolojili kirletmeyen sanayi, organik tarım ve turizm ekseninde Filyos’tan Çaycuma’ya, Gökçebey’e, Yenice’ye, Devrek’e, Dirgine’ye ve Beycuma’ya, kısaca tüm vadiye yayan yaygın anlayıştan vazgeçilmemelidir. Filyos projesi, limana ve liman çevresindeki kirletici sanayiye indirgenmemelidir.
  6. Merkezden atanmış oligarşik Vadi Yönetimi terk edilmelidir. Onun yerine havzanın Yerel ve Mahalli İdarelerine, Ticaret ve Sanayi Odalarına ve konuyla alakalı Sivil Toplum Örgütleri’ne dayalı ama uluslararası yeterlilikte ekolojik bakışı olan teknolojik lojistik, organik tarım ve eylemli turizm birikimi olan profesyonel bir Vadi Yönetimi kurulmalıdır. Havza ile havzada yaşayan insanlar arasında akıl ve gönül bağı kuracak Sivil Toplum Örgütlerinin geliştirilmesi ihmal edilmemelidir.
  7. Proje, çevredeki tüm çevreyle, Karabük’le, Bartın’la ve kendini uzakta hisseden Ereğli’yle ve hatta tüm Batı Karadeniz’le bir ekonomik entegrasona kavuşturmalı onları da içeren bir ekonomik model kurulmalıdır.
  8. Projenin can damarının İç Anadolu ile kurulacak hızlı yük transferi olduğu unutulmamalı, Ankara ile Gerede’yi tünelle geçecek bir hızlı yük tüneli bağlantısı mutlaka gündemlenmeli ve gerçekleştirilmelidir. Hedef; ‘’Ankara bir saat’’ olmalıdır.
  9. Projenin ilk tasarımında yer alan Köstence Ro-Ro bağlantısı ve Tuna Su Yolu ile Avrupa içlerine kadar ulaşan bir ticari kanal fikri gündemden düşürülmemelidir.
  10. Belki böylece Filyos Vadisi bir afet odağı olmaktan çıkarılır, Filyos Vadisi Projesi de 1983’lerde tasarlanan ekolojik ve efektif çizgisine geri döner.

UNUTMAYALIM!

Görüyoruz ki, sular seller giderek coşuyor. Heyelanlar her yerde, depremler ve yangınlar kapıda.

Muhtemelen çok zamanımız yok.

Acele etmeliyiz.

Gecikmemeliyiz.

Dr. Cemil Çakmaklı

Temmuz 2023, Ankara

FARKLI BİR FEVKANİ KÖPRÜ YAKLAŞIMI

Her topa girecek, herkesten ders alacak yaşları geçtik ve gerçek derslerin doğadan alınacağını öğrendik.

Ama konu Zonguldak olunca, bir ömür boyu yaşanmışlık ve bu şehir için biriktirdiğimiz kocaman bir arşiv, bizi düşündüklerimizi söylemeye adeta mecbur ediyor.

Bazen sevdiğimiz insanların heyecanları uyarıyor bizi, bazen de yapılan temel yanlışlara dayanamıyoruz.

Dedik ya, her topa girmiyoruz ama kişiselleştirmeden düşüncelerimizi çekinmeden paylaşıyoruz.

Bu defa da bizim toprağın güzel insanlarından biri, Meftun Sayılı; Fevkani Köprü ile ilgili heyecanlı bir paylaşım gönderdi.

Onun heyecanına dayanamadım, ben de yazdım…

Dağdan, tepeden, yamaçtan başladım, vadiler, dereler boyunca Fevkani Köprü’ ye kadar geldim.

Bakın neler demişim…

Zonguldak’ta ve her yerde her şey hep doğal yapıya bağlıdır… Hep doğal yapıdan ve ekosistemden referans alır…

İyi bir Zonguldaklı bölgesinin ekosistemini çok iyi bilmeli, her konuyu ekosistemden kalkarak düşünmeli ve çözüm üretmelidir.

Bizim kentin topografik yapısının yaklaşık yüzde doksanını 1000 metreyi aşan dik yamaçlar, yüzde onunu yamaç diplerinde oluşmuş kılcal vadiler oluşturur. Her vadinin ortasında da denize doğru koşan bir de derecik vardır mutlaka…

İşte bu dağlar, tepeler, yamaçlar, daracık vadiler ve vadi ortalarından akan dereler, bu dereleri oluşturan yağış ve yağmur bilinmeden Zonguldak bilinemez…

 Oradaki tarım bilinmez, ormancılık bilinmez, ulaşım bilinmez, yerleşim bilinmez…

Dereler aktıkları yere isim ve hayat verir bizim oralarda…

Onlar Karadeniz bulutlarının doğurduğu yağmurların yatağıdır.  

Yağmur yağış ne kadarsa dereler de o kadardır. Azalırlar, çoğalırlar…

Bazen deredir onlar, bazen çay, bazen ırmak bazen de koskoca azgın bir nehirdir onlar…Yağmur ne kadarsa dereler o kadardır… Ve, ve vadiler onlarındır. Onların çoğalma yataklarıdır. Namuslarıdır.

Dedik ya; vadiler akarsuların ismini taşırlar bizim oralarda. Filyos Irmağı Vadisi, Üzülmez Deresi Vadisi, Gülüç Irmağı Vadisi, Alaplı Deresi Vadisi gibi…

Kim onların yataklarına, namuslarına girerse, affetmezler, sabrederler ama affetmezler…

Ya on yıl, ya kırk yıl sonra ama bir gün mutlaka gelip; sel olup, taşkın olup, heyelan olup, deprem olup yataklarına girenlerden intikamlarını alırlar…

Derelerin kaderi denizlerde biter… Derenin denize kavuştuğu yere “ ağız” denir bizim oralarda… Ne çok ağız vardır bizim oralarda… Çatalağzı, İnağzı, Değirmen ağzı, Alaca ağzı ve de Üzülmezağzı.

Zonguldak Merkezinin ve bizim FEVKANİ KÖPRÜ’nün hikayesi, Üzülmez Vadisinin ve Üzülmez Ağzının hikayesidir aslında. Eksik söylemeyelim, denize yakın bir yerde Üzülmez deresine birleşen Kokaksu deresiyle, Üzülmez deresinin ortak hikayesidir bu hikâye.

Bizim oralarda; suların birleştiği noktaya “İkisuçatı” derler. Zonguldak merkezi de bir ikisuçatı’nda Üzülmez ve Kokaksu derelerinin birleştiği yerde, onların oluşturduğu bir alüvyon deltasında kurulmuştur. Yanlış söyledik, ‘’kurulmuş’’ değil, kendiliğinden peyder pey oluşmuştur. Büyük büyük dedelerimiz de Zonguldak’ın oluştuğu bu yere ya “ İKİSUÇATI’’ derler, ya da deniz kıyısında yalnız başına duran bir tahta iskeleden dolayı sadece ‘’İSKELE’’ derlerdi.

Derelerin oluşturduğu alüvyonlar, bizim GACA’lıların ekip biçtiği yerlerdi. Oraların ilk tapularıda Gacalılarındır zaten.

Neyse…

Gel zaman git zaman bizim Gaca’lıların İKİSUÇATIN’da ki topraklarına, kömüre koşanlar ve koşanların peşinden koşanlar geldiler, yerleştiler. Düzensiz, kendiliğinden, plansızca yerleştiler. O zamanlar, herkes toprağın altıyla uğraştığı için toprağın üstüyle kimse uğraşmadı. Bu yüzden, Zonguldak’ın altı planlı, üstü plansızdır. Zonguldak, rastgele, ekleye ekleye oluşmuştur. Yani eklektiktir…

Oralar; önce çarşı oldu, mahalle oldu sonra Belediye oldu, Vilayet oldu. Tahta iskele, liman oldu. Ekilen biçilen toprak, demiryolu oldu, cadde oldu, lavvuar oldu Derelerin yatakları işgal edildi, yok oldu. Ama hala bir plan yoktu…

Üzülmez ve Kokaksu dereleri siyah akar oldu. Onların 1000 metreyi aşkın ve yüz/yüz elli kilometre uzaklıktaki yamaçlardan taşıdığı taş, toprak, alüvyon gidecek yer bulamadı, limanı doldurdu. Bu arada yeri gelmişken söyleyelim, o liman da yanlış kurulmuştur. Dere ağzına liman mı yapılır …

Sonra olacak olan oldu. Liman taş toprak ile doldu.

Limanı temizlemek için ‘’Tarak Gemisi’’ konuldu, derelerin iki yakasını bağlayacak ahşap köprüler, kambur köprüler yapıldı.

Ama bütün bu rastgele zamanlarda derelerin yataklarını işgal etme yanlışı hızlanarak devam etti…

Bakın aşağıdaki 1900’lü yılların başlarında çekilmiş fotoğraflara… Dereler bugünkü şehir merkezinin yerleştiği yerin yarısına kadar geliyor. Dünyanın dört bir yanından gelmiş insanlar, taşkın yataklarına yerleşmişler. Durmamışlar, suyun en az olduğu zamana göre dereleri beton kanallar içine almışlar. İşte bu fotoğraflar derelerin taşkın yataklarının işgalini açık seçik gösteriyor.

Bu işgallerin peşi sıra doğal kurallar işledi, dereler de yataklarına yerleşenlerden intikam almayı hiç ihmal etmedi. Sellerin ve su baskınlarının ardı arkası kesilmedi.

Hele hele, mesela; Ağustos 1955’te yaz ortasında metrekareye 431 kg yağmur düştü… Her şey yok oldu. Ahlak bile yok oldu.

Çapulcular şehri yağmaladı…

İşte o yıllarda, Asım Kömürcüoğlu adında Cumhuriyetin Almanya’da yetiştirdiği bir Şehir Plancısı çıktı geldi Zonguldak’a.

Asım Bey; ırmak nedir, vadi nedir, taşkın nedir biliyordu. Şehrin yüz/ yüz elli km öteden 1500 metre yükseklikteki yamaçlardan başladığını ve sel yataklarının insanlara değil, ırmaklara ait olduğunu biliyordu…

Çok geç kalınmıştı ama mümkün olduğunca vadiyi derelere bıraktı… Onların üstüne bir ikinci kat köprü tasarladı. Köprüyü tasarlattıran ve yaptıran, şehirde liman dahil her şeyin sahibi olan EKİ (Ereğli Kömür İşletmesi) idi. Belediye değil. EKİ; köprüyü daha sonra belediyeye devretti.

Köprüye de üst, üstteki anlamına gelen FEVKANİ adı verildi…

Asım bey, şehrin beş bölümünü dere yataklarına tecavüz etmeden, üstten birbirine bağladı…

Bu anlayış, geçmişi boyunca plansız ve tesadüfen gelişen Zonguldak merkez yerleşmesinde ilk ve tek doğru yaklaşımdır hala.

Üzülmez ve Kokaksu derelerinin yataklarına dokunmadan, onların üst katlarına çıkan bir doğru kentsel çözümdür Fevkani Köprü.

Eğridir, doğrudur, yıkılmalıdır, kalmalıdır ama unutulmamalıdır ki; FEVKANİ KÖPRÜ, Zonguldak’a ilk ekolojik yaklaşım örneğidir.

Irmak yataklarına dokunmayan FEVKANİ; Zonguldak’ın şehir planlama doğrusu olarak elli yılı aşkındır yerinde durmaktadır. Bu köprüden gelecek için dersler alınmalı, derelerin kotunda ve yatağında hiçbir yapılaşmaya meydan verilmemelidir.  Fevkani yaklaşımı örnek alınmalı, şehir merkezi adeta bir ikinci kat yapılarak geliştirilmelidir.

Konu buraya gelmişken, yabancı ülkelerin özellikle Almanya’nın akarsulara yaklaşımına kısa bir göz atmalıyız.

Asım Kömürcüoğlu; akarsu yataklarına dokunulmaması gerektiğini Almanya’daki eğitiminden ve oradaki şehircilik uygulamalarından biliyordu…

Dere yatağına dokunmamak için, bu Wuppertal’da dünyanın ilk hava tramvayını tasarlayan hocalarından biliyordu. Gerçekten de; Alman Şehirciler Wuppertal nehri üzerindeki, daracık vadiyi korumak için taa 1900’lerde bir hava treni tasarlamışlardı. Bakın üstteki hava tramvayının altında Wuppertal nehri bütün doğallığıyla akıyor.  

Dahası; Almanya’yı boydan boya geçen, Ren Nehrini temel alan ve onun yatağına hiç dokunmayan Ruhr Havzası planlamasını biliyordu Asım Bey. Almanların nehirlerle barışık yaşama mühendisliğini öğrenmişti.

Keşke Asım Bey, o zamanlar Filyos Vadisi’ne de uğrasaydı. Irmak yatakları için; ‘’buralar ırmağındır, iskan edilemez’’ deseydi. Yoksa sittinsene Filyos Irmağı, size düşman olur, zarar verir deseydi.

Biz de, bugün belki dere yataklarını imarlayıp üzerine yerleşiyor olmazdık. İncecik vadilere, karayolu yapıp, sonu gelmez heyelanlara neden olmazdık. O vadilerin kritik kısımlarını viyadüklerle geçmeyi akıl ederdik.

Bakın bugün hala ne su baskınlarından, ne de heyelanlardan kurtulabiliyoruz.  

Bilmem anlatabildim mi?

Zonguldak’ın bütün yamaçlarının suyunu denize taşıyan Üzülmez ve Kokaksu derelerinin deltasına plansız ve rastgele yerleşmek tarihsel ve ekolojik bir temel yanlıştır. Eğer bu temel yanlışı, bugünkü akılla telafi edici tedbirler alarak düzeltmezsek, iklim krizleri ile daha da coşacak olan Üzülmez ve Kokaksu derelerinin Zonguldaklıyı gelecekte de her zaman gelip gelip basacağını ve derelerin her zaman şehre düşman olacağını hiç unutmamalıyız.

Bilmem anlatabildim mi…

Bana göre doğru olan; FEVKANİ’yi güçlendirip, bakımını yapıp yaşatmaktır hatta Fevkani yaklaşımını geliştirmektir. Esnafımızı köprünün altından alıp, çok daha güzel alışveriş merkezleri yapıp, oraya taşımaktır. FEVKANİ’nin altını yemyeşil bir Rekreasyon merkezi yapmaktır…

FEVKANİ’nin altındaki bu yeşil zonu bir yandan liman arkasına, oradan Fener Mahallesi’ne bağlayıp, diğer yandan Çaydamar Desandrisinden yer altına doğru uzatmaktır.  Bu desandri ile yerin altı, üstüne bağlanacağı gibi Zonguldak’ın geçmişi ile bağı da kaybolmayacaktır.

Fevkani’li ya da Fevkani’siz Zonguldak’a bir çözüm aranacaksa eğer, mutlaka Fevkani’yi örnek alıp, onun ötesine geçmeliyiz. BİR FEVKANİ ŞEHİR MERKEZİ kurmalıyız.

Altta dereleri serbest bırakıp, doğallaştırıp yeşillendirmeliyiz. Üstte de; trafiğimizle, yaya bölgelerimizle biz yaşamalıyız.  Bunun için cesur ve kararlı olmalı, ırmak yatakları üzerindeki yapılar için bir kentsel dönüşüm projesi yapmalı, dere yataklarından binaları kaldırmalıyız.

Bu konuya bağlı olarak, yukarıda söyledim ama yeri gelmişken bir daha hatırlatayım. Ne yapıp edip, derelerin ağzını limandan koparmalıyız. Yoksa liman derelerin atık deposu ve bir bataklık haline dönüşecektir. Daha da kötüsü derenin taşıdıkları, dere ağızlarını tıkayacak, derelerin yükselmesine ve şehri basmasına sebep olabilecektir. Liman içi temizlemeyi tarak gemileriyle sürdüremeyiz. Eğer limanı bataklık haline getireceksek, etrafına yaptığımız çevre düzenlemesinin de bir anlamı kalmayacaktır.

Uzaktan izlediğim kadarıyla Fevkani yerine derelerle aynı kotta düzenlenmiş kavşaklarla, meydancıklarla bu şehri sel baskınlarından kurtaramayız. Dereler kendi kotlarını bize kullandırmaz. İşte bu yüzden, dere kotundan yukarıda bir fevkani şehir merkezi planlamalıyız.

Kulağa imkansız gibi gelen bu radikal değişikliği yapmazsak, geçin bizim kuşağı    -işte geldik gidiyoruz- Zonguldak’ın yedi ceddi selden, su baskınından hiçbir zaman kurtulamayacak, rahat yüzü görmeyecektir.

Unutmayalım!

Bütün bunları; tarihi, teknolojiyi ve mühendisliği ekolojiyle birleştirebilenler yapabilir.

Bütün bunları; geniş ufuklu, ekolojik yaklaşımı ve geleceği planlamayı bilenler yapabilir.

Bağrından binlerce entelektüel çıkaran bu şehir; bunu becerebilecek potansiyele sahiptir.

Bugün şehri yönetenler; yereldeki duyarlılığa, bilince ve sahipliliğe kulak vermelidir. Eğer Zonguldak kendisi bir çözüm üretmezse, merkezden gelen şablon çözümler Zonguldak’ı ve onun derelerini mutlu etmeyecek, yüzlerce yıllık yanlışlar devam edecektir…

Bu yüzden işte, bir ekolojik yaklaşım ürünü olan Fevkani’nin Zonguldak’a getirdiği bu ekolojik ve doğru yaklaşımını hiç unutmamalı, yeni düzenlemeler için ondan ders almalıyız…

Bugünün karar vericileri gözlerini karartıp, vebali üstlenip Fevkani’yi yıkacaklarsa bile yeni düzenlemeler Fevkani’yi tasarlayan Asım Kömürcüoğlu’nun 60 yıl önceki ekolojik yaklaşımını aşmalıdırlar. Geleceğin ekolojik yaklaşımlı Fevkani şehir merkezini mutlaka tasarlayıp, hayata geçirmelidirler.  

Biz böyle düşünüyoruz.

Kolay gelsin diyoruz.

Dr. Cemil Çakmaklı

(Ağustos, 2023)